Mardin Kapı Mezarlığı, tarihinde hiç böyle bir kalabalık görmemişti… Yüksek bir yere çıkan yaşlı bir kadın, Kürtçe konuşmaya başladı. Tarihin içinde, eski zamanlardan gelmişçesine çok güzeldi. Konuşması cesurdu, ruh veriyordu
Murat Türk
İstasyon Meydanı’na giden bütün yolları polisler tutmuştu. Halk, küçük gruplar halinde ilerliyor, kimi yerlerde polisler çatışarak meydanda biriken kitleye ulaşmaya çalışıyordu. Birkaç gündür caddelerde geçen eski bir pikaptan yapılan anonslarla tüm halk bu meydana çağrılmıştı. Meydan kalabalıktı.
Çocuk ve gençlerden oluşan grubumuz, Bağlar Dörtyol’dan İstasyon Meydanı’na ulaşana kadar birçok yerde polislerle çatışmıştık. Şimdiden birçok yaralımız vardı. Kafası ve kolu sarılan, ayağı aksayan, elbisesi yırtılan, yalınayak kalan ve ellerindeki taşlarla tetikte bekleyen insanların görüntüsü bugünün nasıl geçeceğine dair ipuçları veriyordu.
Yüz binden fazla insan ‘Şehit namirin!’, ‘Bijî Kurdistan!’ diyor ve her yerde rengarenk bayraklar, afişler, pankartlar dalgalanıyordu. İstasyon Meydanı’ndaki halk, Vedat Aydın’ın cenazesinin getirilmesini bekliyordu…
Bu bir cenaze töreniydi fakat bu yas havasını aşan halk; meydanda davul zurna eşliğinde dilan tutuyor, sloganlar atıyor, devrimci bir coşkuyla direniş şarkıları söylüyordu. Öğlene doğru insanlar artık meydana sığmaz oldu. Davul zurna sustu. Kısa bir sessizlikten sonra sloganlar, yeri göğü inletmeye başladı. Yüz binden fazla insan “Şehit namirin!”, “Bijî Kurdistan!” diyor ve her yerde rengarenk bayraklar, afişler, pankartlar dalgalanıyordu.
İstasyon Meydanı’ndaki halk, Elazığ yolu üzerinde bulunan Vedat Aydın’ın cenazesinin getirilmesini bekliyordu. Vedat Aydın; bir gece yarısı evinden alınarak sorgulanmış, işkencede katledilmişti. Bugün, 10 Temmuz 1991… Çevre illerden gelenler ve Amedliler, çok sevilen bu devrimciyi sonsuzluğa uğurlayacaktı.
Havanın iyice ısındığı bir anda, motosikletlerin eşlik ettiği cenaze konvoyunun bir ucu Ofis’ten İstasyon’a gelen caddenin başında göründü. Cadde bomboştu. İstasyon’a elli metre kala polisler birkaç sıra zincir oluşturmuş, yolu kapatmışlardı. Kızgın güneşin altında konvoydaki araçlar farlarını yakmış, ağır ağır yaklaşırken, konvoyla aramızda engel olarak duran polis kordonuna doğru hızla yürümeye başladık. Polisler, geçmemize engel olmak için kalkanlarını kaldırarak kenetlendiler. Onlar öyle yapınca bize tek yol kaldı. Hemen peşi sıra taşlar ve sloganlar havada uçuştu. Polisler çekildi. Yol açılınca cenaze konvoyuna doğru koşmaya başladık.
Ayhan Durağı’nda cenaze arabasına ulaştığımızda ERNK bayrağına sarılı tabutu gördüm. Arabanın içi, keskin bir kolonya kokuyordu. Arkadan gelen otobüsün üstünde insanlar ve çekim yapan kameralar vardı. İhtiyar bir adam, tabuta sarılı bayrağı öptükten sonra “Şehit Namirin!” diye slogan attı. Sonrasında kulaklarımız uğuldamaya başladı. İstasyon Camisi’ne doğru yürürken sloganlar hiç durmadı.
Burada Vedat Aydın’ın cenazesi araçtan indirilerek yıkandı. Bu esnada otobüsün üstünde megafonla konuşmalar yapılıyordu. Sırayla kısa kısa konuşanların arasında Vedat Aydın’ın kardeşi Veysi de vardı. Konuşmalar, alkışlar ve sloganlarla sık sık kesiliyordu. Bizler, aynı mahallenin çocukları, güneşin altında eriyen asfalta oturmuş, serinlemek için iri yarı adamların gölgelerine sığınmıştık.
Dirêj Metin
Yürüyüşe büyük bir grup olarak katılan arkadaşlarımızın arasında uzun boylu, kıvırcık saçlı Metin de vardı. Ona bazen “kıvırcık”, bazen de “Dirêj Metin” (Uzun Metin) diyorduk. Yolda espriler eşliğinde Metin’i buluşma noktamız olarak belirlemiştik. Olur da dağılır ya da içimizden biri gruptan koparsa, durduğu yerden bir iki kere zıpladı mı nasıl olsa Metin’i görecek, grupla birleşecekti.
Cenaze yıkanıp arabaya konulduktan sonra kitle tekrar harekete geçti. Vedat Aydın’ın evi yaklaşık iki yüz metre ilerideki bir binadaydı. Oradan geçildiğinde yürüyüş duracak, sloganlar atılacaktı. Başı sonu görünmeyen bu mahşeri kalabalığın önünde yeşil, kırmızı, sarı bayraklar, poster ve pankartlar dalgalanıyordu. Güzergâh boyunca sağa sola açılan bütün cadde başları polislerle doluydu.
Vedat Aydın’ın, Yeni Hal’e yakın olan evinin önüne varınca yürüyüş durdu. Eller ve kollar sloganlar eşliğinde binaya doğru tempo tutmaya başladı. Binanın balkon ve pencerelerindeki insanlar da aynı şekilde kitleye karşılık veriyordu. Bu sırada stadyuma açılan cadde ile Yeni Hal’in karşısındaki binalarda beliren polisler kitleye el kol hareketleri ve karşı sloganlarla sataşmaya çalıştı. Halk onlara taş yağmuruna tutunca hemen kayboldular.
Yürüyüş tekrar başlayınca, Urfa Kapısı’na elli metre kala surların üstünde mevzilenmiş kar maskeli özel timlere taşlar atıldı. Anında yükselen sloganlar ve taş yağmurundan sonra görünmez oldular. Urfa Kapısı’ndan geçip, surların altındaki caddeden Mardin Kapısı’na doğru ilerledik. Yolun sağ tarafındaki surlara silahlı siviller ve özel timler mevzilenmişti. Sol taraftaki binaların balkon ve pencerelerinden ve toprak damlı evlerde toplanan gruplar zafer işareti yapıp slogan atıyor, yürüyüşçüleri selamlıyorlardı.
Provokasyona gelmeyin
Mardin Kapısı’na elli metre kala karakolun önünü tutan polisler, kitleyi durdurdu. Bizim grup, yeşil renkli cenaze arabasının etrafındaydı. En önde halkı yönlendiren görevliler, “Provokasyon var!” “Provokasyona gelmeyin!” diyerek oturma işareti verdi. Hepimiz caddede oturduk. Sağ tarafta bir cami vardı. Camiye gidip su içiyor, başımızı çeşmeye tutup serinliyorduk. Diyarbakır’ın cehennemi andıran bu 10 Temmuz sıcağına dayanmak başka türlü mümkün değildi.
Mardin Kapı Karakolu tam karşımızdaydı. Karakolun önünde silahlı, coplu ve kalkanlı polisler, saldırıya hazır halde bekliyorlardı. Surların üstündeki şeritli silahların yanında duran kar maskeli timlerin sadece kafası görünüyordu. Bu kısa sürekli bekleyiş devam ederken, polisler en önde duran milletvekilleriyle pazarlık yapıyordu. Sadece cenazenin ve bir grubun geçmesini, geride kalan yüz binlerin çekilerek dağılmalarını dayatıyorlardı. Ön sıralardaki tartışmanın aleviyle birlikte bağrışlar ve sloganlar yükselince silahlar patladı ve herkes kendisini yere attı. Sağımıza solumuza yağmur gibi mermiler düşüyor, etrafa asfalt parçaları saçılıyordu.
Parti otobüsünün içindeki milletvekili Fehmi Işıklar, megafonla. “Ateşi kesin! Ateş etmeyin!” diye seslenmeye başladı. Bu seslenişin etkisi olamadı. Aksine taramalar daha arttı. Silah patlamaları kulakları sağır edecek kadar yoğundu. Etrafımdaki birçok insan yaralanmıştı. Sağımda solumda kanlar içinde can çekişen, yarasını tutup inleyen, sürüklenerek ya da yuvarlana yuvarlana uzaklaşanları gördüğümde doğrulmaya çalıştım ama bu çok riskliydi. Yaralılara yardım etmek için ateşin kesilmesini beklemek gerekiyordu.
Biraz sürünüp sonra yuvarlanarak kaldırım taşlarının üzerine ulaştım. Burası mermi tutmuyordu. Tam arka tarafımda bir kalabalık vardı ve orada bir kargaşa başladı. Neler olduğunu anlamak güçtü ama bir anda sesler, çığlıkları itişip kalkışmalar izdihama döndü. O karmaşada, caminin bitişik olduğu surlardan iri taşlar koptu. Toz duman içinde inen kocaman bir taş yerde yatan bir amcanın başına düştü ve adam orada cansız kaldı.
Biraz sonra ateş kesilince, yavaş yavaş toparlanıp ayağa kalktım. Yerimden doğrulmamla onlarca yaralının arasında olduğumu fark ettim. Etrafa o kadar kan gölcüğü vardı ki vurulmamış olmam mucize gibiydi. Yine de bir refleksle üstümü başımı yokladım: Hayır, bana bir şey olmamıştı. Bu durumda hangi yaralıya doğru gitmem gerektiğini düşünürken, polisler saldırıya geçti. Ardından koca koca taşlar havada uçuştu. Polisler, atılan taşlara direnmeyince bir hatta durdular ama aralarında birçok yürüyüşçü vardı ve onların bazıları yaralıydı.
Polislere yakalanmayan yaralılar ellerinden, kollarından ya da ayaklarından tutulup çekilerek alandan çıkarılıyordu. Bir an, bir saniye bile gecikmek ölüm demekti. Nereden bulunup getirilmişse at arabaları, çek çekler, tek tekerlekli küçük el arabalarına yaralılar yükleniyor, hızla hastaneye kaldırılıyordu.
Yaralılar ambulanslara
Bir an, bütün bu karmaşanın ortasına siren sesleriyle birlikte ambulanslar girince, geride kalan yaralılar ambulanslara doğru götürüldü. Bu hareketlenmeyi gören polisler hızla ambulanslara yöneldi. Tam o esnada bizim uzun boylu, kıvırcık Metin’i gördüm. Metin; polislerin arasında kalmış, üstüne başına rastgele coplar iniyordu. Uzun ve iri gövdesi, polisler için öfkeyle saldırılan bir hedef haline gelmişti. Ama Metin direniyor, devrilmiyor, slogan atarak ayakta duruyordu. Onun bu direncini hayretle izlerken, elinde uzun bir copla yaklaşan bir polis son darbe niyetine copu iki eliyle kaldırıp var gücüyle Metin’in ağzına vurdu. Metin, yine düşmedi. Ayaktaydı. Ellerini kaldırıp, zafer işareti yaptı ve kollarını ileriye geriye hareket ettirerek slogan atmaya devam etti. O böyle slogan atarken ağzından kan ve kırılmış diş parçaları fırlıyor, sloganları da anlaşılmıyordu.
Bu sırada etraftaki birkaç kişi Metin’i alelacele alıp ambulansa bindirdi. Metin araçta da durmadı. Üzerine sürgülenen raylı camı çekti, gövdesini ve kollarını dışarıya çıkardı, zafer işareti yaptı, bağırdı, çağırdı. Büyük ihtimalle slogan atıyordu ama o halde, o kalabalıkta hangi sloganı attığını anlayamadık. Anlayamasak da, kıvırcık Metin hal hareketleriyle ve o direnişiyle müthiş bir cesaret örneği sergilemişti.
Kitlenin önündeki insanların çoğu, Metin’in tüm hareketlerini dikkatle izlemiş, nasıl sonuçlanacağını merak ediyordu. Sonunda ambulans ağır ağır hareket etti ve tüm kitleden Metin’in bu cesaretini kutlayan güçlü bir alkış koptu, sloganlar atıldı. Ambulans uzaklaşıp kaybolana kadar alkışlar, sloganlar durmadı. Metin gitti ve böylece bizim grup, buluşma noktasından mahrum kalarak yürüyüşçülerin arasına dağılmak zorunda kaldı.
Mardin Kapı tam bir savaş alanına dönmüştü. Etraf kana bulanmış insanlarla kaynıyordu. Cadde kırmızıya boyanmış, kan gölcükleriyle doluydu. Halkın katliama rağmen hedefte kararlılıkla yürümesi Amed Serhildanı’nın en kritik anıydı
Meydan savaş alanı
Mardin Kapı Meydanı tam bir savaş alanına dönmüştü. Etraf kana bulanmış insanlarla kaynıyordu. Cadde kırmızıya boyanmış, güneşte parlayan kan gölcükleriyle doluydu.
Bu ilk saldırıda amaçlanan şey, mezarlığa tüm kitlenin değil sadece küçük bir grubun girmesiydi. Ama böyle bir geri adım atılmış olsaydı, direniş amacına ulaşmayacak, 1990’ların serhildan ruhu Mardin Kapısı’nda ciddi bir kırılma yaşayacaktı. Halkın taranıp, katliamdan geçirilmesi ve daha büyük bir katliam yapılacağı tehditleri, insanların ruhunda korkuyu değil, önüne çıkan engelleri yerle bir eden müthiş bir cesareti açığa çıkarmıştı.
Az sonra polisler çekilince, yüz binler görkemli bir ruhla Mardin Kapısı’ndan geçmeye, yokuş aşağı yürümeye başladı. Halkın yürüyüşünde, patlayan bir barajın ya da keskin bir dönemeçten geçerken uğuldayan bir nehrin asaleti vardı. Halkın belirlenen hedefte kararlılıkla yürümesi az önceki katliamda ağır bedeller verilmesine rağmen Amed Serhildanı’nın en kritik anıydı. Birlik olup kenetlenerek cesaretle ilerleyen insanların sarsılmaz direncine olan inanç, Kurdistan devrimini ve özgürlüğün yakın olduğunu hissettirmeye yetişmişti. Dicle vadisi; seslere, yankılarla inliyordu.
Mezarlıkta tarihi kalabalık
Mardin Kapı Mezarlığı, tarihinde hiç böyle bir kalabalık görmemişti. Yüz binden fazla insanın toplandığı mezarlıkta yeni bir mezar kazılıyordu. Vedat Aydın’ın tabutu yeşil, kırmızı, sarı bayrağa sarılı halde yolun kenarındaki duvarın üstüne bırakıldı. Herkes yavaş yavaş tabutun etrafında toplanıyordu. Az ötede mezar için bir çukur kazılıyor, kazmalar, kürekler elden ele dolaşıyordu. İnsanlar bir kazma vurup, bir kürek toprak atmak için birbirleriyle yarışıyordu.
Mezar hazırlandıktan sonra bir yol açıldı ve bayrağa sarılı tabut ellerin, omuzların üstünden kayarak mezarın kenarına getirildi. Bir imam yüksek sesle dua okuyor, bir kamera defin işlemlerini ve mezarın etrafında olup bitenleri kaydediyordu. Derken cenaze; dikkatle, ağır ağır mezara indirildi, üzerine toprak atıldı. Herkes birkaç kürek de olsa toprak atmak istiyor, kürekler elden ele geçiyordu. Boş olandan bir küreği alıp ben de birkaç kürek toprak attım. Sanki bunu yapmış olmasam bugünün benim için anlamı olmayacaktı. Küreği yanımdakine vererek kenara çekildim. Ortalık toz duman içindeydi.
Defin işlemi bittikten sonra bir sessizlik çöktü. Yüksek bir yere çıkan yaşlı bir kadın, Kürtçe konuşmaya başladı. Bu kadın 80’li yaşlarında, uzun boylu, beyaz tülbentli, elleri ve yüzü dövmeliydi. Tarihin içinde, çok eski zamanlardan gelmişçesine etkileyici ve çok güzeldi. Konuşması cesurdu, ruh veriyordu. Savaşa, başkaldırıya, gerillaya, Vedat Aydın’ın örnek devrimciliği üzerine, Kürt’ün gördüğü zulüm ve özgürlüğe dair anlamlara vurgular yapıyor, eski isyanlardan örnekler veriyor, ellerini kaldırıp ufukları, uzak dağları işaret ederek, kurtuluşun orada, özgürlük savaşında olduğunu söylüyordu.
Şerm bikin!
Onu dinlerken herkes gibi ben de etkilenmiş, tüylerim diken diken olmuş, gözlerim dolmuştu. Birkaç kere gençlerin yerinin gerilla olduğunu vurgularken, ardından “Şerm bikin!” (Utanın) diyor, ben bunu sanki yalnız bana demişçesine utanıyor, başımı öne eğiyordum. Uzun süredir dağa çıkıp gerilla olmak istiyordum ama bir yol bulamıyordum. Bu konuşmadan sonra artık ne olursa olsun gitmenin bir yolunu oluşturmam gerektiğinde kararlaştım.
Herkesi derinden etkileyen bu konuşmanın ardından Kürdistan devrim şehitleri ve Vedat Aydın için bir dakikalık saygı duruşu yapıldı. Tüm sesler kesildi. Mezarlık o kadar sessizdi ki… O sessizliğin içinde başımı hafiften kaldırıp karşı tarafa baktığımda, güneşin çelik mavisine boyadığı suların üstünde özel timlerin Mardin Kapısı’na doğru koştuklarını gördüm. Elleri silahlı o karartılar herkesi tedirgin etmişti. Saygı duruşu biter bitmez “Ey Reqip” marşını okuduk. Ardından mezarlıktan çıkıp yürümeye başladık.
Mezarlığı geride bırakıp Mardin Kapı yokuşunu tırmandığımız sırada panzerler önümüzü kesti. Hepimiz durup yüzümüzü yokuşa dönük halde asfaltta oturduk. Kızgın güneşin altındaki yokuşun başını polisler tutmuştu. Güneş, bu polislerin kask ve kalkanlarında parlıyordu. Surların iki yakasında özel timler ve siviller mevzilenmişti. Namluları üzerimize dönük otomatik silahların mermi şeritleri buradan görünüyordu. Herkes neler olduğunu, neden durdurulduğumuzu anlamak için etrafa bakıyor, sorular soruyor, tartışmalar dur durak bilmiyordu. Polisler, yine “güvenlikli olabilmesi için grup grup çıkın” diyor ama bu dayatma kabul edilmiyordu. Halk gruplara bölünmeyeceğini ve şehre girişin toplu olacağında ısrarlıydı.
Mardin Kapı yokuşunda oturanların başı sonu görünmüyordu. Yaklaşık bir saat süren bu gergin bekleyişi ön sıralarda yükselen alkışlar, sloganlar, hep bir ağızdan söylenen şarkılar bozdu. Hemen ardından yürüyüşün önünde telaş içinde ayağa kalkanlar oldu. Onları dalga dalga yokuştakiler izledi. Herkes ayaklanmış, Mardin Kapısı’na doğru ağır ağır da olsa yürümeye başlarken, silahlar patlamaya başladı.
Depremi andırıyor
Birden, gök üzerimize çöktü sanki. Sesler patlamalar bir depremi andırırcasına öyle şiddetliydi ki, kalabalığın içinde önümü göremedim o anlarda, Surların büyük bir gürültüsüyle üzerimize yıkıldığını sandım. Kurşun yağmuruna tutulan kitlenin yokuş aşağı geri çekilmesi korkunç biz izdihama neden olmuştu. Yere düşenler, ayakların altında ezilenler vardı. Ama bu ölüm kalım anında bile herkes birbirine yardım ediyor, vurulmamak için sığınacak bir yer arıyordu. İlerlemek, güvenli bir yer bulmak güçtü. Yokuşta kurşunların hedefi altında kalanlar mecburen kendisini yere atıyor, insanların üstünden yer yer aralardan emekleyerek, kimi yerde de sürünerek, güvenli bir noktaya ulaşmak istiyordu.
O kalabalığın arasında ben de yere uzanmış, ilerlemeye çalışıyordum. Herkes yokuşun yan tarafındaki duvarın arkasına geçmek için yoğun bir çaba harcıyordu. Gidenlerin ardından hızla o tarafa yöneldim. Bir metrelik duvara ulaştığımda arka tarafın uçurum olduğunu fark ettim. Bu sırada yoğun bir ateş başladı ve onlarca kişi mermilere hedef olmamak için, hiç tereddüt etmeden uçurumdan atladı.
Sarı tişörtlü bir genç kadının uçurumdan atlarken ayağının takıldığını ve aşağı çok kötü bir şekilde sırt üstü düştüğünü gördüm. İnsanlar yaralı ya da ölü, uçurumun dibinde üst üste yığılıp kalıyordu. Şanslı olanlar bu uçurumun az aşağıda alçalarak toprak bir evin damıyla birleştiği yerden dama iniyor, damdan aşağı atlıyor, oradan sokaklara karışarak Hewsel Bahçeleri’ne geçiyordu.
Hewsel Bahçeleri
Hewsel Bahçeleri’nin üstünde helikopterler geziniyordu. Helikopterlerden aşağıya beyaz dumanlar çıkaran bombalar atılıyor, helikopterlerin patırtıları Dicle Vadisi’nde yankılanıyordu. Birkaç dakika içinde bahçeler, ara yerlerde insanların kaçıştığı bembeyaz dumanların altında kalmıştı. O sırada karar verip uçurumdan o tek katlı evin damına inmeyi, oradan sokaklara karışarak Hewsel Bahçeleri’ne geçmeyi düşündüm. Ama bu hat şimdi fazlasıyla riskli hale gelmişti. Bahçelere insem şehre girmem çok zaman alacaktı.
Böyle düşünürken patlamalar sürüyor, uçurumun duvarlarında toz kalkıyor, oranın mermilere hedef olduğunu, gitmemin tehlikeli olacağını anlıyordum. Durduğum yerde daha fazla beklemek de riskliydi. Sonunda karar verip yolun kenarında park etmiş bir arabaya doğru yuvarlandım. Biraz daha ilerleyince bir gövdeye çarpıp durdum. Bu bir ihtiyar adamdı, kanlar içinde kıpırtısız yatıyordu.
Burada, herkesin yaptığı gibi ellerimle koruduğum başımı kaldırıp Surlara baktım. Karartı halinde seçilen özel timler hareket eden bir insana nişan alarak ateş ediyordu. Sağım solum kan izleri, yaralananlar ve inleyenlerle doluydu. Güneşin kan gölcüklerinde parladığı Mardin Kapı yokuşunda birçok ölü ve yaralı yatıyordu.
Caddede sayılamayacak kadar çok kan olan gölü, ayakkabı, şapka, gözlük, cüzdan, sigara paketi, çakmak, kibrit, anahtarlık, kol saati, düğme gibi eşyalar etrafa saçılmıştı. Beyaz gömleği kana bulanmış bir adam kanayan yarasına rağmen oradan oraya koşuyor, caddeye düşüp de hayata tutunmak için elini kaldırma mecalini gösterenlere yardım ediyordu. Bir eliyle kendi yarasını tutan bu adamın, az sonra, tam da boğazını delip geçen bir kurşunla yere yığıldığını görünce, artık burada durmanın çok riskli olduğunu anladım. Tam kalkacaktım ki bir tıngırtı duydum. Başımı kaldırmamla yokuşa aşağı yuvarlana yuvarlana inen bir polis kaskı yanımdan geçti. Yerimden doğrulup karşı taraftaki benzinliğe doğru koştum.
Benzinlik güvenli yer
Benzinliğin orada onlarca yaralı vardı. Surlardaki özel timler burayı göremediğinden güvenli bir yerdi. Sanki herkes buraya toplanmıştı. Yan taraftaki ciğerci dükkanına girenler çıkanlar oluyor, az ileride milletvekillerini taşıyan otobüs hareket etmeye çalışıyordu. Burada kan içinde oraya buraya gizlenip de rahat edemeyenler, şok içinde: “Gelip bizi tarayacaklar!” diye sayıklıyor, buradan çıkarılmak için sağlam insanlardan yardım istiyorlardı. Yaralıların çıkarılmasını organize eden bir ekip, çok seri şekilde oradaki insanları gruplara ayırdı ve sağlamlarla, yaralılar birbirimiz kenetlenerek Surların dibinden yavaş yavaş yürümeye başladık.
Surlar hemen yanımızda dimdik yükseliyordu. Silah tıkırtıları kulağımızın dibindeydi sanki. Helikopterler uçuyor, etrafa dumanlar ve kokular yayılıyordu. Önümüzden giden gruplar; Surlarda, yerlerde ve duvarlarda kan izleri bırakmıştı. O izleri takip ederek bir durup bir yürüyor, güvenli bir yere ulaşmak istiyorduk.
Böylece insanların rahat hareket ettiği bir noktaya vardık ve orada telaşlı adamlar el kol işaretiyle ve sessizce; “acele edin, beklemeden geçin!” diyor, grupları yönlendiriyordu. Sonunda, Surların dibinde grup grup yürüyüp nam-ı diğer “Eyo’nun Deliği” denilen surlardaki o gedikten eğilip geçerek, şehre girdik.
Şehrin içi, o tek katlı ve kenarlarında papatyaların filizlendiği toprak damalı evlerin önü, daracık sokaklar ve cadde, üstü başı kanlı, ter ve toz içinde kalmış insanlarla doluydu. Orada Pastacı Ali’yi ve Hamza dayımı gördüm. Bir savaş meydanından geçer gibiydik. Daracık bir sokağa girmeden önce durup surlara baktığımda; sesler, çığlıklar, patlamalar, dumanlar ve helikopter patırtıları yükseliyordu. O, kanlı ölüm yokuşundan kurtulup da şehre girmeyi başaran binlerce insan, şimdi parke taşlı daracık sokaklara sızıyor, koşa koşa uzaklaşıyordu.
Labirent gibi kıvrılan sokaklardan birine girdiğinde yaralı, yorgun, halsiz ve şok içinde kalmış insanlarla karşılaştım. Evlerinin kapılarını açan bazı kadınlar insanları içeriye alıyor, onlara yardım ediyordu. Yaşlı bir kadın bahçe kapısının önüne bıraktığı koca bakır bir kazana su ve buz koymuş, gelene geçene elindeki su dolu tası uzatıyordu. Durup bir tas soğuk suyu kana kana içtim. Az ilerideki bir evin önünden geçerken bir kadın bana sıcak tandır ekmeği, yeşil soğan ve iki zeytin verdi.
Artık akşam olmak üzereydi. Sabahki grubumuzdan bir ben kalmıştım. Metin yaralanmış, hastaneye kaldırılmıştı. Onu merak ediyordum. Böyle tek başıma daracık sokaklardan Ben û Sen’e doğru yürürken, aklımda sadece dağa çıkmak vardı…