Dolayısıyla yıllarca başta Sayın Abdullah Öcalan’a ve zindanlarda uygulanan tecridin konusu bir ‘suçlu’ya dönük uygulama değildir. Toplumun ve bireyin benliğini yok etme uygulamasıdır. Sadece kabul edilebilir seviyede tutma da değil, tamamen ortadan kaldırmaya, benliği imha etmeye dönük bir uygulamadır
Herdem Fırat
Tahakküm kurmak isteyen her oluşumun öncelikli istemi kendi varlığına tehdit olarak gördüğü oluşumları ya asimile ederek varlığının bir parçası haline getirmek ya da ‘tehdidi tümden yok etmektir. Tahakkümcü iktidar için zihni yok etme, fiziki yok etmeye oranla daha zahmetli ve uzun süreye yayılan bir politika olmakla birlikte, zihni yoketmenin meşruiyetini oluşturmada avantaj sunmanın yanında daha da güçlenme sonucunu doğurur. Zihni olarak yok etme (asimile) başarıldığında tahakkümcü oluşum için ek bir kaynak meydana gelir. Asimile olan varlık, hakikat olarak tahakkümcü oluşumu kabul ettiği için artık kendisi için ‘varlık’ kaygısı yaşamaz. Aynı zamanda tahakkümcü oluşuma yöneltilecek bir suçlama konusu da kalmaz. Çünkü tahakküm kuran zihniyetle artık özdeşleşmiştir. Ortada iki farklı oluşum yoktur. Tek oluşum vardır. Asimile olan varlık ‘yok’ olmuştur. Dolayıyla tahakkümcü oluşum daha da genişleyip büyür.
İki oluşum arasındaki bu ilişki biçimi tarihin en kanlı ve zalimane olaylarına da sahne olmuştur. Tahakküm fikrinin olduğu yerde ‘yok etme’ vardır. Fiziki teslim alma ya da değiştirip-dönüştürme yoktur. Çünkü her ikisinde de varlığın özü aynen kalır. Sadece zaman ve mekansal bir farklılıktır söz konusu olan. Oysa tahakküm asla kendi dışında bir öz kabul etmez. Bunun için kendisininki dışında aynı mekan-zamanı paylaşan özlerin yok edilmesi gerekir.
Zihni yok etme yöntemi olarak tecrit devletli-iktidarcı yapılarca sık sık başvurulan bir olgu olmuştur. Tecrit, toplumsal olduğu kadar bireysel olarak da tahakkümcü oluşumların sık sık başvurduğu bir yöntemdir. Tecrit, özü gereği yalnızlaştırmaktır. Çevresinden koparmaktır. Ama sadece fiziki olarak değil, toplumun ve bireyin yalnız olduğuna onu ikna etmektir. Kendi kendisinin artık yalnız olduğunu kabul etmektir. Varlığının kendi dışında bir anlamı olmadığını, sahip olduğu beden ve düşüncenin artık ‘varolmasına’ gerek duyulmadığını kabul ettirmektir amaçlanan. Fiziki olarak varlığı yok etmeden, benlik’i yok etmektir. Yani arkadasında eski varlığa ilişkin bir kanıt bırakmamaktır. Tamamen tecrit olan birey-toplum artık tahakkümcü iktidarın bir parçasıdır. Benliği yok edildiği için tek başına-varlık değil, bütünün bir parçası olarak varlıktır. Dolayısıyla herhangi bir olguda tecridin devam ediyor oluşu aslında tahakkümün tamamen gerçekleşmediğinin göstergesidir, hala birey-toplumun direnişinin devam etiğinin kanıtıdır.
Hannah Arendt Nazi ve Sovyetler dönemindeki toplama kamplarından söz ederken amaçlananın tecrit etme olduğunu belirtiyor: “Ancak birbirlerinden tecrit edilmiş insanlar üzerinde terörün mutlak olarak hüküm sürdüğü ve bu yüzden tüm gaddar yönetimlerin temel uğraşlarından bir tanesinin bu tecridi meydana getirmek olduğu sıklıkla gözlemlenmiştir. Tecrit [isolation], terörün başlangıcı olabilir; kesinlikle onun en verimli toprağıdır ve her zaman onun sonucudur. Bir bakıma bu tecrit totaliter öncesidir; kudret, müşterek biçimde eyleyen, “uyum içinde hareket eden” (Burke) insanlardan geldiği sürece, tecridin ayırt edici özelliği iktidarsızlığıdır; tecrit edilmiş insanlar doğaları gereği kudretsizdirler.” ‘Uyum içinde hareket etme’ doğanın işleyişinin bir özelliği olsa da iktidarlar açısından söz konusu olduğunda ‘irade’den yoksun olmayı ifade eder. İradenin üzerinde hareket ettiği toplumsal ve bireysel ‘benlik’in yok olduğu anlamını taşır. Bunun tamamen gerçekleşmesi için Arendt tecridin uygulanmasını bir ön aşama olarak görür. Yani tecrit, terör ve tahakkümün nihayete ulaşmada ön aşamadır.
Bugün Türkiye’de çok yoğun bir tecrit uygulaması var. Yaşamın hemen her alanında tecrit uygulanıyor. Tecridin en çok hissedildiği alanların başında da zindanlar geliyor. Onbinlerce insanın hapsedildiği devasa cezaevi yerleşkeleri yapıldı son on yılda. (Naziler de toplama kamplarında başta adli suçları toplarken sonradan siyasileri ve Yahudileri de nakletmeye başladılar.) Mahpusların kategorilerine göre ayrı ayrı tarifeler uygulanıyor. Kimilerini üretim süreçlerinde kullanıyor, kimilerini rehabilite etmek için özel programlar uygulanıyor, en azılı olarak gördüklerine (siyasi tutsaklar) ise inanılmaz bir tecrit programı uygulanıyor. Zaten tecrit uygulamasının asıl amacını da bu farklı tarifeler ele veriyor. Eğer mesele tüm suçlara dönük aynı uygulama durumu olsaydı o zaman iktidarın tamamen ‘adli suç’ odaklı bir program uyguladığı belirtilebilirdi. Ancak en ağır tarifeyi siyasi ‘suçlular’a dönük yapması mevcut iktidarın tahakkümcü, totaliter karakterini dışa vuruyor. Siyasiler içinde bile öncelik sıralaması var. Mesele iktidar için DAİŞ militanlarını tecrit etme gibi bir sorunu yoktur. En çok tecride uğrayanların başında özgürlük mücadelesi veren Kürtler geliyor. (Kürtlerin de sol-sosyalist düşüncede olanları öncelikli konumda) Onların da en tepesinde PKK Lideri sayın Abdullah Öcalan geliyor. İmralı adasında özel politikalarla yönetilen bir cezaevinde tutulan sayın Abdullah Öcalan’a uygulanan tecrit programı adım adım önce diğer cezaevlerine ve sonrasında tutsakların ailelerine ve ordan toplumun geneline yayılıyor.
Kürt özgürlük hareketi ile yan yana duran kesimler de Kürtlerle benzer tecrit politikalarına maruz kalıyor. Bu sıralama böylece uzayıp gider. Belki de ayrı bir çalışma olarak iktidarın öncelik listesi daha ayrıntılı yapılabilir.
İlginç bir durum daha var. Türkiye’de Ermeniler nefret objesi olarak başı çekiyor. Sonrasında diğer gayrimüslim-azınlıklar geliyor. Ancak sisteme entegre olmaları oranında tecrit olgusundan söz edilmediğini görüyoruz. Sorunları çözüldüğünden değil, iktidarın onları şimdilik bir tehdit olarak görmediğindendir. Muhtemelen onlar da kendilerini mevcut iktidar için bir ‘tehdit’ kaynağı olarak görmüyor. Bu da demek oluyor ki iktidar tahakküm kurmanın önünde engel olarak gördüklerini öncelikli sıraya koyuyor.
Aslında mesele sadece Kürt Özgürlük Hareketi ve diğer sol-sosyalist hareketlerin mücadele ve istemleri değildir. İktidar diğerlerini de kabul etmiyor. Mesele sadece öncelik meselesidir. Çoğu kesim Hitler’in sorunun sadece Yahudilerle olduğunu düşünüyor olabilir, ancak Hitlerin listesinde Polonyalılar ve Ukraynalılar sonraki adımı oluşturuyordu. “Savaşı kazandığımız anda o zaman tüm kafama takılan Polonyalıların, Ukraynalıların ve buralarda çalışan tüm ötekilerin paramparça edilebileceğidir…” (Nazi Günlükleri, sayfa 902) Dolayısıyla yıllarca başta Sayın Abdullah Öcalan’a ve zindanlarda uygulanan tecridin konusu bir ‘suçlu’ya dönük uygulama değildir. Toplumun ve bireyin benliğini yok etme uygulamasıdır. Sadece kabul edilebilir seviyede tutma da değil, tamamen ortadan kaldırmaya, benliği imha etmeye dönük bir uygulamadır.
İktidar uygulanan tecridi istediği kadar hukuk ve yasalarla izah etmeye çalışsın. Bunun hukuk meselesi de olmadığı gayet açıktır. Hukuk ve yasaların iktidarın elinden çıkma ‘yargılar’ olduğu göz önüne alındığında hukukun ve yasaların da tecridi meşrulaştırma araçlarından başka bir şey olmadığı görülecektir. Yasa ve hukuk, gayri insani olan bir durumu ‘insani’ kılma araçları olarak kullanılıyor. Dolayısıyla varolan tecridi hukuk çerçevesi içinde değerlendirmek aslında tecridi meşru kılmaktır. Nedeni ne olursa olsun, yasalar ve hukuk ne diyorsa desin bunlara takılmadan tecridin kendisinin ‘suç’ olduğunu vurgulamak ve karşı çıkmak gerekir. Yasalara ve hukuka göre değil, ahlaka ve adalete göre. Yoksa tahakkümcü iktidar istediği anda ‘hukuksuzluk’u hukuki hale getirebilir.
“Suç işlemeye kararlı insanlar, bu suçlarını en geniş ve en umulmadık ölçekte ör¬gütlemenin bir çaresini bulacaklardır. Yalnızca hukuk siste¬minin sağladığı tüm cezaların yetersiz ve anlamsız kalması-nı sağladığı için değil, ayrıca tam da suçların sınırsızlığı, ger¬çeği söyleyen kurbanlardan daha kolay bir biçimde, her tür yalanla dolanla kendi masumiyetlerini beyan eden katille¬re inanılmasını garantiler.” (H. Arendt, Totalitarizmin Kökenleri)
İktidar hukuk alanı içinde kendini haklı gösterecek her türlü yol ve yöntemi bulabilir. İktidarın tecrit uygulaması hukuki olarak tartışma konusu olduğunda, iktidarın hukuku da tanınmış olur.
Hitler üzerine söylenen bir hikaye var. Biri İngiliz, biri Fransız, biri de Yahudi olan üç tutsağı Hitler’in yanına getiriyorlar. Hitler bunları bir şartla affedeceğini söylüyor. Her birisine soru soracağını ve kim doğru cevap verirse onu serbest bırakacağını söylüyor. İlkin İngilizi getiriyorlar. Hitler soruyor. ‘Titanik ne zaman battı?’ İngiliz hemen cevap veriyor ve serbest kalıyor. Fransız geliyor. ‘Titanik’te kaç kişi öldü?’ Fransız cevap veriyor ve serbest bırakılıyor. Yahudi geliyor. Hitler sorusunu sormadan önce sırıtıyor ve ellerini ovuşturuyor. ‘Titanik’te ölenlerin isimlerini say bakalım.’ Yahudi ne bilsin isimlerini. Cevabı bilmediği için ölüme gönderiliyor.
Sorulan soruya doğru cevap verme, serbest bırakmanın koşulu olarak kabul edildiğinde aslında ölüme göndermenin de meşruluğu oluşmuştur. İşte tecridin de hukukiliği tartışıldığında aslında meşruluk alanı oluşmuş demektir. Tecride, toplumsal ve bireysel benlik’i yoketmenin aracı olarak karşı çıkmak gerek. Tecride, tahakkümün tamamlanmasına giden yolda bir önceki adım olduğu için karşı çıkmak gerek.