Osmanlı toplum yapısı “millet-i hakime” anlayışı üzerine kurulmuştu. Sünni Müslüman kitle hakim durumdaydı. Bu anlayış Tanzimat fermanı ile beraber “eşit vatandaşlık” şeklinde değişse de kamusal alanda, resmi anlayışta, kurumsal işleyişte çok da uygulanmadı. Bu eşitsizlik Cumhuriyet modernitesi ile beraber “tekçilik” şeklinde yaşamın her alanında resmileşti, devlet tezi oldu.
Osmanlıda muteber kitleyi oluşturan “Sünni Müslüman” anlayışı Cumhuriyet modernitesi ile beraber “Müslüman, Hanefi, Türk” anlayışına evrilerek; dinsel alandaki eşitsizlik etnik alanda da resmileşerek günümüze kadar devam etti. Eşitsizlik ilkesi olarak resmileşen “tekçilik” anlayışı toplumu biçimlendiren en güçlü resmi ideoloji haline geldi.
Tekçi resmi ideoloji 1924 Anayasası ile yasal korunmaya alındı. Bu anlayış, kendisini egemen kılmak için kendisi dışındaki farklı oluşumları yok sayarak itibarsızlaştırıp, etkisiz hale getirmeye çalışmıştır. Etno-dinsel arındırma, tektipleştirme ve Türk-İslamlaştırma ideolojisi esas alınarak sosyo-kültürel bakımdan “ötekilere” toplum kırım politikaları uygulanmıştır. Müslüman Türklük esas alınarak “Devlet Müslümanlığı”, devletin resmi tezi haline getirilerek; bu topraklarda binlerce yıldır yaşayan farklı ulusal, kültürel, inançsal, dinsel kimlikler baskı ve denetim altına alınmış, çıkarılan yasalarla Alevilik resmen yasaklanmıştır.
Bir zamanlar resmi yazılı medyanın Ramazan ayında kupon karşılığı sattığı Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın Kur’an tefsiri yeni cumhuriyetin “Devlet Müslümanlığının” ilkelerini esas alarak hazırlanmıştı. Hanefilik resmi mezhep haline getirilerek, diğer ehl-i sünnet süreklerinin görüşlerine bu tefsirde yer verilmemiştir. Devlet erkanı değişse de değişmeyen tek şey “Türk-İslam geleneği”dir. Kendilerini laik, ilerici diye tanımlayan kişiler, partiler, yöneticiler bile bu “sözleşmenin” dışına çıkmaktan imtina etmişlerdir. Bu durumun en somut örneği Cumhurbaşkanı seçimi sürecinde, Kemal Kılıçdaroğlu’nun kendisini “Türk-Müslüman-Alevi” olarak tanımlamasıdır. Özcesi; dinin milliyetçilik, milliyetçiliğin de din haline geldiği bir resmi ideoloji ile karşı karşıyayız. Bu ideoloji, “Milliyetçilikle iktidar ve devleti tüm bireylere taşırken; dincilik ile geleneksel toplumu kontrol altına tutarak itaat kul kültürünü canlı tutar.”
Aslında mevcut sistemde Türklükte, Müslümanlıkta, devletin çizdiği sınırların içerisinde sıkışmış durumdadır. Bu anlayış yeni kurulan Cumhuriyet modernitesinin demokrasi sınırlarını göstermektedir! Tekçi zihniyetin dışında kalan kültürlerin, kimliklerin kendi hakikatlerini dile getirme ve koruma konusunda talepkâr olmaları baskılarla, toplum kırım ile karşılık bulmuştur. Makbul olmayan toplulukların sınıfsal, inançsal, kültürel, ulusal…. alandaki kimliklerini, varlıklarını yaşamsal kılmalarına, geliştirmelerine adalet ilkesi gereğince demokratik yaklaşılmamıştır. Bu durumu bir ulus- devlet sapması olmaktan çok, imparatorluktan günümüze kadar devam eden bir sosyo- politik akıl olarak görmek daha gerçekçi olur. Bir siyaset tarzı olarak Alevi katliamlarını bu çerçevede değerlendirmek Alevilerin varlıklarını korumalarına, asimilenin önüne geçmelerine katkı sunacaktır.
Tekçiliğe dayalı egemen ulus olma anlayışı temelinde farklı halklar, kültürler, inançlar ve sınıfların varlığının inkarı ve yok sayılması anlamına geliyor. Bu anlayışı kabul etmeyen toplumların karşılaştıkları durum katliam olmuştur. Bir tarzı siyaset olarak Koçgiri, Dersim, Erzincan Zini Gediği, Malatya, Maraş, Çorum, Sivas, Gazi katliamları etno-dinsel arındırmadır.
Bazı mekanlar hakikat ve özgürlük arayışının Serçeşmesi durumundalar. Mekan; kültürün görünür olduğu, iz bıraktığı, toplumsal hafızanın, kimliğin oluşum yeridir. Alevi- Kürt topluluklarının yoğun olarak yaşadıkları mekanlardan biri Dersim merkezli “Fırat havzası” iken, diğeri de Maraş merkezli “İç Toroslar havzası”dır. Koçgiri ile başlayan katliamlar zinciri her iki havzada günümüze kadar devam etmektedir. Her iki havzada güçlü bir hakikat ve özgürlük arayışı vardır. Kadim dönemden günümüze kadar devam eden “kültürel direniş damarı” aynı zamanda özgürlük arayışıdır. Var olmak, kimliğini korumak, bunun mücadelesini vermek bir özgürlük eğilimidir. Baskılarla, hilelerle, yalanlarla, katliamlarla bu arayışı durdurmak olası değildir.
Cumhuriyet modernitesi siyasetinin özünü tekçilik üzerine inşa etmiştir. Bugün yaşanan kriz ve kaos halinin temel nedeni toplumu bölen bu resmi anlayıştır. Fırat ve İç Toroslar havzasında yoğun bir şekilde Alevi Kürdün yaşaması sistem için stratejik bir sorun olmuştur. Söz konusu bölgedeki Alevi-Kürtlerin, Aleviler arasında ayrım yapma gibi bir anlayışları olmadı. Ama resmi ideoloji bu ayrımı yapmaktan çekinmedi. Tarihsel ve sosyolojik tanımlama hariç; Türk Aleviliği, Kürt Aleviliği ayrımı Alevi hakikatine uymamaktadır. Bunun en somut örneğini Baba İshak isyanında net olarak görmekteyiz. Kendisi Semsurlu (Adıyaman) olan Baba İshak; Adıyaman’dan başlayarak Sivas, Tokat, Çorum, Amasya’da karşılık bulmuştur, bütün Alevi sürekleri ve mazlumlara ikrarlaşarak zülme direnmiş, Amasya’da katledilmiştir. Adıyaman’dan İç Anadolu’ya, oradan Karadeniz’e kadar karşılık bulan bir yol erenidir.
Söz konusu rıza toplumu hakikati olunca Anadolu Türkmen Alevisi ile Kızılbaş-Kürt Alevisi birbirleri ile ikrarlıdırlar. “Yol bir sürek binbir” hakikati bu anlayışı dile getiren politik tutum beyanıdır.
2 Temmuz Sivas-Madımak katliamı Koçgiri ve Dersim katliamının devamı niteliğindedir. Doksanlı dönemlerde bu hattaki mazlumların ikrarlı birliğini engellemek için planlanan, canlı yayında gösterilen bir siyaset tarzının sonucudur.