Türkiye’nin ilk imzacılarından biri olduğu İstanbul Sözleşmesi’nden resmi olarak çıkışın üzerinden iki yıl geçti. Şimdi de 6284 Sayılı Kanun tartışılıyor. Arkasının çocuk istismarına karşı düzenlenen Lanzarote’yle geleceği tahmin ediliyor, giderek de netleşiyor. Mevcut iktidarın “büyük Türkiye” vecizi, 21 yıllık tarihinde yeni bir etabı imliyor. Son seçimlerde gerek toplumsal gerekse bunun kısmi bir ifadesi olan Meclis aritmetiği açısından ortaya çıkan sonuçlar, İslamcı-faşist dönüşümde hayali kurulan sıçramanın zemini olarak görülüyor.
İstanbul Sözleşmesi’nin iptalinin resmileşmesinin 2. yılını kadın cinayetlerindeki tırmanma, kadına yönelik siyasallaşmış düşmanlıktaki pervasızlaşmayla karşılıyoruz. Sözleşme pratikte zaten uygulanmıyordu, ama kaldırılması kadın düşmanlığındaki tüm psikolojik bariyerleri adeta yıktı. Üstüne bir de 6284 Sayılı Kanun tartışılıp en gerici toplumsal yaklaşımlara “ailenin korunması” şemsiyesi altında cesaret verilince tablo daha da ağırlaştı. Önümüzdeki günlerde refere edileceği belirtilen Anayasa değişikliğiyse psikolojik eşiklerin yıkılıp geçilmesi bir yana kadın düşmanlığını adeta coşturdu.
Söz konusu sözleşmelerin hızla, “verdim, şimdi de alıyorum” muamelesi görmesinin birçok nedeni var. Bunların başında geleninin bu coğrafyada güçlü bir demokratik devrim ve bunun üzerinden yükselen toplumsal dönüşümün yaşanmamış olması gelir. Sözleşmelerin imzalandığı dönemler bile bu açıdan manidardır. Hepsi 2010’larda imzalanmıştır. O kesitteki konjonktürel koşullar, sınıf ve güç dengelerinin niteliği, bir bütün olarak tarihsel devamlılık ve birikim bahsine giren hemen her şey onların bu kadar kolay “verdim alıyorum” muamelesi görmeleri açısından da önemli yanıtlar barındırıyor.
Sözleşmelerin altına imza atıldığı 2010’ların AKP iktidarının konumunu pekiştirme sürecine denk geldiğini görürüz. Bu dönemde henüz ciddi bir krizle karşılaşmamış, “eski rejimin” çeşitli operasyonlarla tasfiye edilme işleriyle uğraşırken bir taraftan da suret-i haktan göründüğü işler yapıyordu.
Geniş toplumsal kesimler nezdinde -liberallerin de organik desteğiyle- “faşizmi çözen” siyasi özne olarak kabul gördüğü bir dönemdi bu dönem. Altına imza attığı söz konusu sözleşmelerin arkasında elbette kadın kurtuluş mücadelesinin yarattığı birikim de vardı. Fakat bu sözleşmeler, o tarihe kadar çeşitli dönemeçlerde yükselen, istikrarlı bir seyir izlemesine karşın geniş ölçekte kitleselleşip örgütlü hale gelemeyen kadın hareketinin gücüyle koparılıp alınmamıştı esasında.
Bunu, toplumsal cinsiyet sorununu da güçlü bir toplumsal dönüşümle birleştiren örgütlü Kürt kadın hareketinin yarattığı etkiyi ya da feminist hareketin bu noktadaki anlamlı ısrarını küçümsemek için söylemiyorum. Yine dünya kadın hareketinin onlarca yıllık birikimini, dönüştürücü zorlayıcılığını, o kesitteki düzeyini es geçmek de büyük haksızlık olur.
Ancak Türkiye açısından bu sözleşmelerin temel dinamiğini bu hareketlerin yarattığı siyasal basınç oluşturmadı. Temel dinamiğini rejim krizinin yeni bir rejim inşasıyla iç içe geçtiği bir kesitte, güçlü bir toplumsal-sınıfsal barikatla da karşılaşmaksızın kurulmaya çalışılan hegemonya ve buna dair motivasyon oluşturuyordu. Erdoğan’ın Sözleşmeyi iptalindeki tutumunun “verdim, şimdi de alıyorum, işime geldiği gibi” kıvamında olması bile bu açıdan çarpıcıdır.
Bu noktalardan bakınca bu haklar esas olarak şimdi söke söke alınacak demek abes olmayacaktır. Yine güçlü bir demokrasi dinamiğine dönüşmüş varlığıyla kadın hareketinin diğer sınıfsal ve toplumsal dinamiklerle birleşerek kadın sorununun demokratik çözümünde koparıcı bir özneye dönüşmesi ya da tüm kadın kazanımlarının pervasızca gaspedilmesi eşiğinde bulunduğumuzu söylemek de.
İstanbul Sözleşmesi’nin iptali sonrasında inatla sürdürülen ve sokakların terkedilmemesi üzerine kurulan mücadele bu kavgada nasıl yürüyeceğimizin de aynasıdır. Ancak her toplumsal hareket gibi kadın hareketinin de “örgütsüz” niteliğiyle (çekirdeğinde örgütlü kadın kurumları olmasına rağmen), gövdesiyle yerelleşmiş ve yaygınlaşmış, eli-kolu “karşı mahalleye” de uzanan bir güce dönüşmesi sorunuyla karşı karşıya olduğumuz gerçeğiyle birlikte. Çünkü toplumsal dönüşümün güçlü bir demokrasi mücadelesi üzerinden kökleşmediği böylesi bir coğrafyada her mücadele kendi içinde yeniden yeniden başlamak, her defasında yeni eşikleri atlamak sorunda kalıyor, ta ki o dönüşüm sağlanıncaya kadar.
Tam bu noktada insanın aklına Türkiye Cumhuriyeti’nin başından beri aynı hikayeyle malûl olduğu geliyor.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş kodları hemen tüm demokratik sorunların tepeden bastırılmasıyla şekillenmiştir. Kadınların eşitlik mücadelesi açısından da bu böyledir. Öncesi bir yana meşrutiyet döneminde oluşan nispi demokratik ortamda birçok kadın derneği kurulmuş, kadınlar dünyadaki feminist mücadeleden etkilenerek erkek egemen kalıpların hemen tümüne karşı bir tutum geliştirmişlerdir. Özellikle Birinci Dünya Savaşı döneminde kadın kitleleri üretimin çeşitli kademelerinde yer almış, grev deneyimlemiş, eski konumlarını sorgulama yönelimine girerek toplumsal, özelde de toplumsal cinsiyet ilişkilerinde kısmi bir değişim yaratmışlardır.
O dönemlerde ortaya çıkan kadın dernekleri ve feminist-sosyalist dergiler dünyadaki genel yönelimin ruhunu taşımıştır. Fakat işçileşen kadınlarla feminist-sosyalist kadınlar arasında demokratik bir sorun olan kadın sorunu konusunda içerdenleşen bir ilişki kurulamamış, feminist-sosyalist feminist dergi ve derneklerde faal olan kadınlar esas olarak aydın-orta sınıf kadınlar olarak küçük bir zümre halinde kalmışlardır. Kadın hakları konusunda dünyadaki dalganın bu topraklardaki izdüşümü olan, kadınların siyasal-toplumsal hakları konusunda belli bir kadın kesimiyle çeşitli faaliyetler yürüten kadınların başlattığı bu süreç toplumsal dönüşümü ateşleyecek bir dinamik haline gelemeden Cumhuriyetin ilanıyla zaten baltalanmıştır.
Osman Tiftikçi’nin Türkiye’de Kadınların Seçim Hakkı Mücadelesi* kitabı bu sürece dair sayısız kaynağın taranarak süzülmesinden oluşturulmuş önemli bir eser. Cumhuriyet’in kuruluşundaki erkek egemen kodları, kadına bakışta şimdiki iktidarla aynı noktada duran yaklaşımı, kazanılmış gibi görünen Medeni Kanun’daki erkek egemen yaklaşımdaki tavizsizliği ya da seçme-seçilme hakkının da aslında güçlü bir mücadeleyle değil Mustafa Kemal’in inayetiyle gerçekleştirildiğini anlatır. Bu konuda kadın hareketi koparıp alacak noktaya geldiğinde sistemle ne kadar barışık olursa olsun demokratik bir dinamik olarak rol oynamasına izin verilmeden kanatlarının budandığını…
Tarih bu açıdan “tekerrür ediyor” aslında. Bu topraklarda güçlü bir demokrasi mücadelesinin ancak güçlü bir sınıfsal-toplumsal muhtevada yürütülmesi zorunluluğunu ve en basit demokratik haklar için bile dişe diş dövüşmek zorunda olduğumuzu gösterircesine.
*Osman Tiftikçi, Türkiye’de Kadınların Seçim Hakkı Mücadelesi, Hakk-ı İntihab/1908-1935, NotaBene Yayınları