Duyduğuma göre, katil polis memuru meşru müdafaadan söz ediyormuş. Hangi meşru müdafaa? Elinde en belalı silahlardan biriyle biz üç çocuğu, önce beni, tehdit eden polisi biz nasıl öldürebilir mişiz?
Nahel 17 yaşındaydı
- Şehmus Güzel
Cuma, 30 Haziran 2023. Dokuz otuza doğru evden çıktım. Belediye önündeki otobüs durağına ulaştığımda, her günkü gibi, dedelerden, ninelerden, yoksul ana-babalardan, genç çocuklardan oluşan alışılmış kalabalığı gördüm. Kalabalık ama o kadar da değil. Belediye otobüsünü beklerken durağın hemen arkasındaki küçük meydanın beş veya altı metre çaplı ve etrafı demir parmaklıklarla çember biçiminde çevrili çiçekliğin çevresinde ve gölgede kalmaya çalışarak turluyorum. Dikilmekten iyidir. Nereden çıktığını ilk başta hemen anlayamadığım afacan, sevimli, güleç ve cesur bir bebenin de beni taklit ettiğini görüyorum ve tebessümüne tebessümle yanıt veriyorum. Tebessümümden belki cesaret alıp tam karşıma gelince, “Sen bu yana ben bu yana koşalım” diyor.
O soldan sağa giderken bana sağdan sola doğru gitmemi öneriyor. O koşuyor ve bana “Koş Papi (dede) koş” diyor. Hatırı kalmasın diye koşar gibi yapıyorum. Hatta tırısta koşuyorum da. Bebe seviniyor, keyiften çığlıklar atıyor. Birkaç otobüs bekleyici bu neşenin kaynağını arıyor. Anası olduğunu sandığım orta yaşlı bir kadın da. Ananın karnı burnunda. Bir, iki, üç, beş tur diyoruz. Otobüs henüz kendini göstermediği için koşu dostuma “Ya habibi bir ara verelim” diyorum, öneriyorum. O bir kahkaha daha atıyor, iki tur daha dönüyor. Sonra anasına doğru koşuyor. Anası sarışın, iri yarı, heybetli, düzenli saçları taralı arkaya doğru, tebessüm edince ak dişleri ışıl ışıl parlıyor. Sonra bana doğru geliyor. Sağ elleremizle tokalaşıp birbirimizi kutluyoruz. Sanki maçı kazanmışız gibi. Oysa maç çok önceden başlamış olsa da rakip kendini göstermiyor, ele vermiyor bile.
-Adın ne? Diyorum.
-Trois ans diyor. Üç yıl. Sorumu anlamadı diyerek sorumu başka bir formülle yineliyorum, o yine;
-Trois ans diyor. Bunun üzerine anası müdahele ediyor
-Nahel diyor, Nahel M.
-Bravo, kutlarım. Oğlunuz gerçek bir şampiyon.
Nahel mutlu, yine havalara uçuyor. Tutmasak Belediye Binası çatısına fırlayacak.
Derken otobüs geliyor. Biniyoruz, şoföre bakıyorum. Gözleri kapandı kapanacak.
-Uyuma yoldaş diyorum. Gözlerini birazcık açıyor. Emekli bir profesörün emekçi bir gence yoldaş demesine kimse şaşırmıyor.
Otobüs hareket ediyor. Quartier Latin’e varınca iniyorum. Nahel ve annesi Porte d’Orleans’a doğru yollarına devam ediyorlar. İkisine de sol elimle selam veriyorum, el sallıyorum.
***
Öğrenci Mahallesi’nde, Sorbonne’un hemen yan tarafındaki daracık Sorbonne Sokağı’nda, kadim dost Mehmet Ağlayançerit’in fotokopici dükkanına giriyorum. Basılması söz konusu bir kitabımın pdf’den doc’a çevirilmesi işini konuşuyoruz. Sonra anılarımıza dalıyoruz, çıkıyoruz. Mayıs 1968’de “Kızıl Dany” ve “takımı”, 1970’lerin başındaki gösteriler, hele 1972’de Komün’ün 100. yıldönümü vesilesiyle düzenlenen dev gösteriye Tours kentinden gelip katılmamız, birkaç dostumuzu ziyaret ve 1960’lara dönüş: “Sarhoş” Macit, “Eşşek Atilla”, “Adanalı Cezmi”, “Hilarlı Zülo”, “Sarı Cemil”, Paris’e yolumuz düştüğünde, sahaya ve seyirciye alışmamızdan hemen sonra evini bize bırakıp kaybolan “Büyükelçi Salim”, “Güzel” Osman, “Beton” Filiz, “Kiremitçi” Filiz, “Sinemacı” Nora, “Civciv” Ayşenur ve diğerlerini anıyoruz.
Öğlen yemeği niyetine peynir ekmek yiyoruz. İşim bitince çıkıyorum. Minicik Sorbonne Meydanı’ndan geçerken, Auguste Comte bana bir göz atıyor, dile geliyor:
-Bugünlerde uyanık ol, diyor, ayaklanmanın nereye gideceği, ihtilalin ne zaman geleceği belli olmaz. Gözünü dört aç!
Heykeldir diyorum. Yalan söyleyecek hali yok ya.
***
Üç dört adım daha atıp Saint-Michel Bulvarı’ndaki otobüs durağına varıyorum, hiç beklemiyorum. İlk gelen otobüs bizimki. Atlıyorum. Olacak şey değil. Veya yüz yirmi milyonda bir olacak bir şey: Şoför biraz önceki şoför. Elli yıldır bu ülkede yaşıyorum ilk kez böyle bir olayla karşılaşıyoum. Sosyolojik ve/veya siyasi bir açıklaması olmalı mutlaka. İlk fırsatta Emile Durkheim’a ve Karl Marks’a sormalı. Şoför;
-Birbirine yakın fikirliler birbirini terketmez, diyor. Ceket yakasını ters çeviriyor, Fransız Komünist Partisi ve CGT (Genel İş Konfederasyonu) rozetlerini gösteriyor. Tamam anlaşıldı. Konuşmayı sürdürüyor:
-Garges-Les-Gonesse’de oturuyorum doğdum doğalı. Dün gece hiç uyuyamadım. Aklım bir yandan benden küçük iki erkek kardeşimde. Öte yandan olup-bitenlerde. Gençlerle “güvenlik” güçleri arasındaki çatışma sabah altıya yediye kadar sürdü. Gözümü kapayamadım. Balkona bile çıkamıyorduk. Gençler uzun menzilli silah bile kullanıyor. Silahlarıyla güvenlik kameralarını vurmaya çalıştılar. Başaramayınca çelik kesiçi aletlerle işe giriştiler ve metrelerce yükseklikteki kameraları yere indirip parçaladılar.
Yaklaşan 14 Temmuz için her zamanki gibi çok önceden alınmış ve depo edilmiş havai fişekler, bilhassa “les mortiers d’artifice”, motolof kokteyler zulalarından çıkarıldılar ve cömertçe kullanıldılar. Güvenlik güçlerine karşı ve yangın çıkarıcı silah olarak. Hiç bu kadar polis karakolu, belediye binası, bu kadar eczane, bu kadar kütüphane, bu kadar süpermarket, bu kadar belediye otobüsü, bu kadar okul, otomobil, tramvay yakılmamıştı. Bu kez binlercesi yakıldı… Yağma edildi. Aralarında silah satıcı bir mağaza bile var.
“Şoförle konuşmak yasaktır” emrine uymayan şoförü sessizce dinliyorum. Anlatmaya ihtiyacı var:
-Banliyölerde egemen ve aralarındaki uyuşturucu satımı alanlarının paylaşılması ve benzeri meseleler dolayısıyla sık sık silahlı çeteler arasında ölümcül hesaplaşmalar yapıldığı ve kaleşnikofların ekmek peynir gibi satıldığı biliniyor. Çetelerarası çatışmalarda kullanıldıkları birkaç kez kameralara da yansıdı. Ama şimdiye kadar kaleşnikofların bu tür çatışmalarda, “güvenlik” güçlerine karşı kullanıldığı görülmemişti. Bu da oldu. Bazısı molotof kokteylinin modası geçti, el bombalarını çıkarmak lazım bile diyor. Bağıra bağıra, gösterilerde, saldırılar sırasında. Kimi uzmana göre gençler black-bloc nam anarşist gruplardan örgütenme ve çatışma “dersleri” alıyormuş (black-bloc konusunda Kitapçı Rüstem, Paris isimli ekitabıma bakılabilir. ekitap.ayorum.com’da, bedelsiz.).
Bu kez işe yağmacı takımların ve çete üyelerinin hep birlikte katıldıkları da söyleniyor.
Alışveriş merkezlerine saldırılarda giysi, bilgisayar ve benzeri kıymetli şeyler yanında özellikle dikkati çeken yiyecek madelerinin de “götürülmesi”. Görüntülerde apaçık: Yoksul mahallelerin çocukları ailelerini geçindirmek, karınlarını doyurmak için yağmalıyor, yiyecek dolu arabaları kullanıyor. Kimi kamyonetlerle gelmiş, yağmalananları düzenli bir biçimde kamyonetlerine yerleştiriyor, kamyonetlerini dolduruyor, gidiyor daha sonra başka bir mahallede yeniden işini sürdürüyor. En çarpıcısı 28 Haziran gecesi görüldü: Paris’in merkezindeki, birçok metro hattının kesiştiği ve dev bir yeraltı şehri gibi düzenlenmiş Chatelet-Les Halles metro ve RER (Bölgesel Hızlı Şebeke) istasyonundaki mağazaların sırasıyla, tek tek ve planlı bir biçimde yağmalanması oldu. İlk gece banliyölerinden RER ile gelen çocuklar normal zamanda bir parça avare avare dolaştıkları, bir türlü satın alamadıkları (bir çift pabuç 360 öro!!!) şeylere arzuyla baktıkları mağazalardaki her türlü malı vitrinleri düzenli bir biçimde cam kesicilerle kesip destelerle, kutularla “aldılar”. Soran olursa “Enflasyonunuzu dikeyim! Aç gözlüler fiyatlarınızı yükseltin aralıksız, fiyatınız miyatınız, güvenlik kameralarınız umurumda değil, kendim açıp, kendim götürüyorum” diyorlar.
“Seyir toplumu”ndan “aşırı ve şiddete dayalı tüketim toplumu”na geçtiğimizin resmidir. Saldıranlar arasında 11-16 yaşları arasındaki çocukların çok sayıda bulunması savımızı doğruluyor. Çocuklar kendilerine üstten bakılmasına tahammül edemiyorlar. Artık bunu şiddetle bile olsa bağırarak ilan ediyorlar. Çocukları duymak değil sadece, dinlemek de lazım. Yoksul mahallelerinin çocukları zengin çocuğu yaşıtları gibi giyinip, yaşıtları gibi yemek, yaşıtları gibi sinemaya gitmek, konsere katılmak istiyor. Eşitlik, özgürlük, kardeşlik.
1970’lerin başındaki yağmacılar çalar-gezer radyo, plak, teyp vb şeyler çalıyorlardı; bugün makarna, konserve, çikolata, peynir çalınıyor: 1789’da Gavroş’lar ve “Baldırı çıplaklar” özgürlük için çarpıştılar. Bugün karın doyurmak önde geliyor. Küçük kardeşimizin bir tebesümü için neler yapmayız ki?
***
Otobüs şoförünün anlatacağı daha pek çok şey var, anlatıyor. Otobüsümüz, Seine Nehri’nin üstünden ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün arkasından geçerken, aniden havalanıyor: Yukarıya, güneşli masmavi gökyüzüne doğru yükseliyoruz. Yükseliyoruz. Sarı renkli üstü açık bir bulut üstünde 17 yaşındaki Nahel karşılıyor bizi: Nasıl birkaç saat içinde 17 yaşına ulaştı?
-Bizim topraklarda çocuklar erken büyümek zorundadırlar Hocam diyor. Kadim dost Hüseyin’e bakıyorum. Hüseyin başıyla onaylıyor ve;
-Aynen, diyor.
Sonra Nahel yeniden sözü alıyor:
-O sabah erkenden bir otomobil kiraladım. Bayram günü fiyakamız olsun diye. Onbeş yaşındaki ayrılmaz arkadaşım N. ve 18’indeki L. ile, Nanter’de, mahallemizde, bir tur atıp, bir çocukluk arzusunu gerçekleştirmek istedik.
Evet otobüslere özel bir bulvara lüks otomobilimizle daldım, biraz hız yaptım, poz kestim, ehliyetim yok tamam ama polisin emrine uyup durduktan sonra, direksiyon başındaki beni elindeki çıplak silahla, tabanca filan değil, yanılmıyorsam “akrep” nam savaş silahı ile onbeş-yirmi santimetreden tehdit etmesi, bana uyuşturucu satıcısı patronu gibi mualeme yapması, “istersen kafana bir kuruşun sıkayım” ve benzeri saçma sapan şeyler söylemesi ve vurup öldürmesi hangi kanunda var? Kurşunu yüzümden aldım, öldüm, otomobil denetimden çıktı, elektrik direğine çarptı, durdu. Öndeki arkadaşım paralize olmuş vaziyette yakalandı. Arkadaki arkadaş kaçtı. Canını kurtardı mı? Bilemiyorum. Ben yalnız kaldım. Ama ölümüm üzerine yapılan “Beyaz Yürüyüş”e polis rakamlarına göre 6200, benim gördüğüme göre on veya oniki bin kişinin katılması hiç te yalnız kalmadığımı gösteriyor.
Hele katil polis memurunun hakkında dava açılması ve “geçici olarak hapse atılması” bu suçun cezasız kalmayacağını gösteriyor. Ülkemin Adalet’ine güveniyorum.
Biliyorum kanım yerde kalmayacak.
Biliyorum anam ylanız bırakılmayacak. Ne de nenem. O nenemki ikinci anam gibidir. Anaların ve nenelerin emeğini hiç unutmamalıyız.
Dünya aleme İnsan Hakları konusunda ders veren Fransa Cumhuriyeti polisine çeki düzen vermeli, polis teşkilatı içindeki ırkçıları gözünün yaşına bakmadan bünyesinden çıkarmalı.
Bu tür infazlara son verilmeli. Benim gibi polislerce bu biçimde öldürülenlerin sayısı onu çoktan geçti. Umarım ben sonuncusu olurum.
Duyduğuma göre, katil polis memuru meşru müdafaadan söz ediyormuş. Hangi meşru müdafaa? Elinde en belalı silahlardan biriyle biz üç çocuğu, önce beni, tehdit eden polisi biz nasıl öldürebilir mişiz? Verdiği ilk ifadede “otomobili üstümüze sürdü” yazılıymış. Otomobil ben kurşunu yedikten sonra kendiliğinden fırladı. Ben ölüyordum, benim otomobil kullanacak halim mi vardı? Otomoili polislerin emri üzerine durdurmuştum. Dahası iki polis de otomobilin önünde değil sol kenarındaydı. Yalanın bile bir sınırı var. Polis memuru Cezayir kökenli Fransa Cumhuriyeti vatandaşı olduğumu duyunca zıvanadan çıktı, “Cezayir’i kaybettik Nanterre düşmeyecek” gibi bir laf ettikten sonra tetiğe bastı. İlkel ırkçı söylemin etkisinde kaldığını sanıyorum. Fransa siyasetini ve giderek toplumunu zehirleyen ırkçı partilerin ölümcül etkilerinden biri daha. Umarım bir daha olmaz.
Hepinizin gözlerinizden öperem.
Ben de sizin gibi bir candım. 17 yaşımda kıydılar bana. Unutulmasın!