Tecride ilişkin söz kurmak, devletin varlığını sürdürme çabasına karşın yurttaşların daha onurlu bir yaşamda varlık mücadelesidir. Bu sebeple söz kuran kişinin kim olduğundan bağımsız bu söz ve itiraz sahiplenilmeli, iktidarın hukuk sopasına boyun eğilmemelidir
Esra Bilen
Her şeyin çıplak bir iktidar sorunu haline geldiği anlarda meydana gelen olayları hukuk argümanlarıyla açıklamakta yetersiz kalıyoruz. Çünkü sınırsız, mutlak ve her şeye muktedir iktidarın yaptıklarının çoğu zaman hukuk çerçevesinde bir izahı yok. Yine de ülkenin de facto olarak rafa kaldırılan anayasasında hukuk devleti tanımı halen daha durduğundan ve devlete, sınırlarını kendi belirlediği kurallı eylem alanını hatırlatmak için ısrarla hukuktan bahsetmeye devam ediyoruz. Ancak devlet öyle bir yapılanma ki bazen meşruluğunu dayandırdığı kendi hukuk kurallarını hatırlatmayı bile suç sayabiliyor. Geçtiğimiz hafta bir gazetecinin infaz düzenlemelerini hatırlatması üzerine gözaltına alınması örneğinde olduğu gibi.
Ne yaşandığını hatırlayacak olursak, Merdan Yanardağ bir televizyon kanalında “Abdullah Öcalan’a uygulanan tecridin hukukta hiçbir yeri yoktur. Kaldırılması lazım. Ailesi ve avukatı ile bile görüşemiyor. Böyle bir infaz düzeni olabilir mi? Abdullah Öcalan; çok kitap okuyan, siyaseti doğru okuyan, doğru gören, çözümleyen son derece zeki bir kişidir” sözlerini sarf etti. Bunun üzerine sosyal medya mecraları üzerinden kendisine bir linç saldırısı başladı ve nihayetinde “suçu ve suçluyu övme” ile “terör örgütü propagandası yapma” suçlarını işlediği iddiasıyla hakkında soruşturma açılıp, gözaltına alındıktan sonra tutuklandı.
Hukuki açıdan bakarsak Yanardağ’a isnat edilen suçların maddi unsurlarının oluşmadığını söyleyebiliriz. Bir ceza hukukçusu olmadığım için ve serinin devamında yazacak ceza hukukçusu arkadaşların bu durumu teknik olarak benden daha güzel açıklayacaklarını düşündüğümden bu aşamada sadece yasal unsurların oluşmaması sebebiyle bu sözlerin mevcut ceza kanunu açısından herhangi bir suç teşkil etmediğini söylemekle yetineceğim. Aksine İmralı’da devletin kendisinin de bağlı olduğu ve dayandığı hukukunu sistematik bir şekilde ihlal ettiği bir durum var ortada. Zira PKK Lideri sayın Abdullah Öcalan’ın ailesi ve avukatları ile görüşememesinin yani tecrit halini aşan mutlak yalıtım halinin mevcut hukuk düzenlemelerinde yeri yok. Dolayısıyla devletin hukuku apaçık bir şekilde karşısına aldığı bu tutum aslında ülkede yaşayan tüm yurttaşlar için ciddi bir hukuk güvenliği sorunu. Çünkü hukuk güvenliği hukukun uygulanmasındaki belirsizlik veya ani değişim riskini ortadan kaldırmaya yönelik bir garanti veya koruma olarak tanımlanır.[1] Eğer bu garanti veya koruma istisna rejimi veya başka bir kavram adı altında ihlal edilmeye başlanırsa -ki İmralı’da 24 yılı aşkın süredir ihlal ediliyor- hiçbir yurttaşın bu ülkede hukuk güvenliğinden bahsedilemez. Ancak daha ürkütücü olan şey faşizmin adım adım yükselmesinde her şeye alışıldığı gibi bu güvensizlik ortamına da alışılması ya da Arendt’in tanımlamasıyla “kötülüğün sıradanlaşması” hikayesi. Öyle ki uzun süredir belli kişi ve kurumlar dışında bu 24 yıllık hukuksuzluğa ve işkenceye dönüşen tecride ses çıkaran tek bir kişi yok. Devlet, bu kişi ve kurumlar dışında başka birinin bu hukuksuzluğa ses çıkarması halinde başına neler getirebileceğini ve bizlere alıştığımız sessizliğe devam etmememiz halinde sopasını ne şekilde göstereceğinin mesajını Yanardağ’ın tutuklanmasıyla apaçık verdi. Bu mesajı alıp “makul yurttaşlar” olup olmamanın kararı bize ait.
Hem bu kararı verirken hem de dışarıdan bahsederken diyalektiğin bir gereği olarak içeriden de bahsetmenin gerekliliği ile burada Bachelard’ın bir tespiti ile devam etmek istiyorum; “Berisi ve ötesi, içerisi ile dışarısının diyalektiğini derinden derine yineler: her şey bu yinelemede ortaya çıkar, sonsuzluk bile! Varlığın sabitlenmesi istenir; böylece tüm durumların her durumunu sunarak, tüm durumların aşılması istenir. Böylece insanın varlığı, sanki ilkselliklere kolayca ulaşılırmış gibi dünyanın varlığıyla karşı karşıya getirilir.[2]” Bir ada hapishanesinde 24 yılı aşan tecritle varlığı dünyanın varlığı ile karşı karşıya getirilen Sayın Öcalan’a uygulanan bu kural dışılığı bazı siyaset felsefecileri Agamben’in “Homo Sacer” yani kutsal insan kavramıyla özdeşleştirerek açıklamaya çalışıyor. Homo Sacer en basit hali ile vatandaşlıktan çıkarılan dolayısıyla vatandaşlık hakları dahil tüm hakları elinden alınan ve hak sahibi olmayan bir özne olarak tanımlanabilir. Sayın Öcalan’ın iktidar tarafından “Homo Sacer” pozisyonuna getirildiğini söyleyen bu çözümlemelerin, İmralı’da uygulanmayan haklar bağlamında yerinde bir çözümleme olduğunu düşünmekle beraber bu pozisyona getirilme sebebini de tartışmak gerekmektedir. Bu noktada kendisinin hukuki durumundan bahsedilmesinin dahi suç sayılması aslında kendisinden ve düşüncelerinden duyulan korkuyu ortaya koyuyor. Öyle ki devlet, bu haber alamama hali ile kendisinin varlığını sürekli unutturmaya çalışıyor. Çünkü ortaya koyduğu demokratik, kadın özgürlükçü, ekolojik paradigma dünyanın içine sürüklendiği yok oluştan tek çıkış yolu. Bu paradigmanın hayata geçmesi ulus-devletlerin bir bir çöküşünü getireceği için de devlet aslında varlığını korumak pahasına yurttaşlarının özgürlük hakkı dahil bütün temel haklarını elinden almakta beis görmüyor. Dolayısıyla tecride ilişkin söz kurmak, devletin varlığını sürdürme çabasına karşın yurttaşların daha onurlu bir yaşamda varlık mücadelesidir. Bu sebeple söz kuran kişinin kim olduğundan bağımsız bu söz ve itiraz sahiplenilmeli, iktidarın hukuk sopasına boyun eğilmemelidir.
Özgürlük İçin Hukukçular Derneği (ÖHD) İstanbul Şube Eşbaşkanı
*Tecrit hakkında konuşmanın suç sayılmaya çalışıldığı bu zamanlarda, ÖHD olarak haftalık yazı yayınladığımız Savunmanın Sözü köşesinde tecrit serisi oluşturmaya karar verdik. “Hukuk hakkında konuşmanın suç olduğu bir ülke” serinin ilk yazısıdır.
[1] V – dergipark. (n.d.). https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1844526
[2] Mekanın Poetikası, Gaston Bachelard, s256