Toplumsal hareketler, işçi sınıfı ve sendika üzerine çalışmalar yapan yazar Volkan Yaraşır ile konuştuk: Bugünkü atmosferin dağıtılması insanların yüreklerinin acıdığı yere dokunan, sahici olan, hayatı örgütleyen, işçi sınıfı ve yoksullarla organik ve stratejik bağ kuran bir toplumsal mücadelenin örgütlenmesiyle olanaklıdır
M. Ender Öndeş
Seçimlerin ardından AKP iktidarı, bir yandan savaş politikalarını tırmandırırken, diğer yandan ağır kriz yaşayan ekonomiyi toparlamak için yeni yüzleri öne sürüyor ve küresel sermayeye göz kırpıyor. Muhalefet ise henüz kendi hesaplaşmalarını bitirebilmiş değil. Seçime endeksli muhalefet politikaları, AKP’nin planları ve işçi sınıfının, yoksulların durumu üzerine toplumsal hareketler, işçi sınıfı ve sendika üzerine araştırmalar yapan yazar Volkan Yaraşır ile konuştuk.
- Son soruda yine döneriz ama biz bu seçimlerde sanki ekonomik verileri, rakamları öne çıkarırken, sosyolojiyi, AKP’nin yoksullar ve işçi sınıfı içerisindeki etkinliğinin mekanizmalarını atladık. Nasıl yorumluyorsunuz olup bitenleri?
İçinden geçtiğimiz konjonktür hem ulusal, hem de küresel düzeyde yüksek bir konjonktür. Bir anlamda küresel düzeyde faşist bir dalganın içindeyiz. 1930’ların başı gibi yıkıcı bir atmosferi çağrıştırsa da faşizmin özgün biçimlenişleriyle karşı karşıyayız. Kapitalizmin sistemik, genelleşmiş krizi ve küresel düzeyde dalgasal olarak gelişen sınıf ve kitle hareketleri süreci belirliyor. Faşizmi sınıflar mücadelesinde bir moment ve bir süreç olarak değerlendirmek gerekiyor. Ve buna şöyle bir ek yapılabilir. Faşizm organik bir şey ve tahminimizden daha fazla kitleler üzerinde nüfuz etme ve mana dünyası oluşturma kabiliyetine haiz. Bu metropoller ve periferi için de geçerli. Neo-liberal kapitalizmin çok boyutlu yıkıcı etkileri ve yarattığı insan malzemesi ve yoğun ideolojik terörü faşizmi kitlesel bir güce ve harekete kolayca dönüştürebiliyor. Kültür kodları yanında, mana dünyası, reaksiyonerliği, lümpenliği ve yarattığı ruh hali kitlelerin arzularıyla kolayca bütünleşip, popülerleşebiliyor. Bir anlamda faşist olmak ayrıcalıklı bir hale dönüşüyor.
Başka bir ifadeyle finans kapitalin kâr açlığı ve manik karakteri, yeni devletin rolü ve sömürünün yanında rıza üreten güç ilişkileri ve mekanizmaları faşizmi yaşayan ve kitleler tarafından arzulanan şey haline getiriyor. Yeni popülizm ya da sağ popülizm diye steril kavramlarla tanımlanan şey aslında yukarıda vurguladığımız faşizmin özgün biçimlenişlerinden başka bir şey değil. Türkiye de benzer bir sürecin içinde. Siyasal iktidar neo-liberal yıkım programlarını “Hayırsever kapitalizm” uygulamalarıyla hayata geçirerek, siyasal İslamın yarattığı kollektif halüsinasyon ve sanal büyüme olanaklarıyla alt sınıflar üzerinde etkili ve organik bir bağ kurabildi. Foucault’un tanımıyla bir hakikat rejimi inşa etti ve biyopolitik uyguladı. İşçi sınıfının, yoksulların önemli kesiminin özlemlerine ve tutkularına cevaplar üretti. Bir anlamda mahalledeki ve fabrikadaki arayışlarına, kültür kodlarına, manevi dünyasına, ritüellerine yanıtlar verdi. Borçlandırarak refah sağladı. Özellikle sıradan insanın ideolojik dünyasını kurmayı ve dünyaya seslenmeyi becerdi. Bu bazen sert bir baba figürüyle, bazen pederşahi bir devlet görünümüyle, bazen de İslami simge, dil, söylem, referanslarla kendini dışa vurdu.
Özellikle bir ağ gibi örgütlenen tarikatlar bu alanları yani fabrika ve mahalleri fetih alanları olarak belirledi. Neo-liberal cangıl içinde kaybolan işçiler ve yoksullar kendilerini bu açılan mistik ve hayırsever dünyanın parçası olarak gördü. Yaşanan dünyanın “yalan” oluşu, ahirete kavuşma isteği ve paradoks gibi görünse de çıplak bir dünyevilikle kurulu kolektif atmosfer işçilerin ve yoksulların çaresizliğine ve yalnızlığına merhem oldu.
Bu noktada iki çalışmaya vurgu yapmak istiyorum; Sevinç Doğan ve Yasin Durak’ın Çalışmaları. “Mahalledeki AKP” geçmişteki devrimci çalışmaların en önemli yerlerinden biri olan Kâğıthane-Sanayi Mahallesi’nde AKP’in yoksullar ve işçi sınıfı içindeki etkisini, nüfuzunu inceleyen bir çalışma. AKP’yle yoksulun özdeşleşme haline ve AKP’nin politik olarak nasıl toplumsallaştığını mahalle örneğinden anlatıyor. “Emeğin Tevekkülü” ise sermaye ve sınıf arasındaki kültürel hegemonya ve rıza mekanizmaları üzerinde duruyor. Ayrıca sınıfın dipte biriken öfke ve direniş potansiyellerini Konya özelinde ortaya koyuyor. Bunlardan bahsetmemin nedeni siyasal İslamla kitlelerin ilişkilerinin derinliği ve boyutlarını ortaya koymak içindir. Yani “kriz şartları ve kaynamayan, boş tencere” tabii ki önemlidir ve AKP’in işçi sınıfı ve yoksullar üzerindeki hegemonyasını aşındırmıştır ama bu köklü bağ ve mana dünyası bir seçimle dağıtılacak bir şey değildir. (Oyların dağılımına baktığımızda sürdürebilir yoksulluğa alışmış kitlelerin, özellikle kırsal kesimin eğilimleri değişmedi. Ekonomik krizi algılama biçimi metropollerde ve kırsalda asimetrik şekillendi.). Böylesi konjonktürler başka tasavvurlar yaratamadığı ölçüde ters istikamette mobilizasyona neden olur. Yani kitlelerin ürkmesi de faşizmi besler, faşizmi isteyerek tercih etmelerine yol açar. Faşizmin sağladığı en önemli şeylerden biri otorite inşası ve stabilizasyon duygusudur. Kısaca bu köklü bağı koparmak kolay değildir. Bunu bugün örtük veya açık olarak yer yer ortaya çıkan sınıfsal öfkeden beslenen ya da onu açığa çıkaran, onun içinde şekillenen sahici, alternatif ve kuşatan ilişkiler yaratacak bir toplumsal örgütlenmeyle başarabiliriz. Bu da uzun soluklu, meşakkatli, biriktire biriktire şekillenen bir süreçtir.
- Seçimden sonra kafalar karıştı. Herkes Erdoğan’ın, Maliye Bakanlığı ve Merkez Bankası’ındaki hamlelerle ne yapmak istediğini tartışmaya başladı. Ne oluyor gerçekte? Erdoğan’ın bu yoldan durumu kurtarma şansı var mı?
Önce kısa bazı belirlemeler yapmak lazım. Türkiye kapitalizmi benim ikinci kuşak kapitalizm diye tanımladığım orta gelişmişlik düzeyi olan bir kapitalizm. Özellikle yapısal olarak sermaye birikim sorunu yaşıyor. Dış kaynağa yapısal bağımlılığı narkotik bir içerik taşıyor. Dış kaynak geldiğinde büyüme kapasitesi gösteren, kaynakta her hangi kısıt yaşandığında ise hızla krize giren bir ekonomik karaktere sahip. Kapitalist iş bölümündeki yeri itibariyle ve emperyalist- kapitalist sisteme entegrasyon düzeyiyle hızla küresel gelişmelerden etkilenebiliyor ve ekonomide çoklu kırılganlık yaşıyor. Statik bir vurgu olarak anlaşılmamak kaydıyla dış kaynağa yapısal bağımlılık ekonomiyi potansiyel ya da reel olarak sürekli bir kriz haline sokuyor. Ekonomide çoklu kırılganlığın önünü açıyor.
Önümüzdeki süreci bu üst belirleme üzerinden incelemek gerekiyor. Karşımızdaki tablo son derece negatif. Dış borç Nisan ayı sonu itibariyle 459 milyar dolara ulaştı. Cari açık 2023’ün ilk çeyreğinde 23.6 milyar dolara yükseldi. Merkez Bankası’nın Mayıs ayı sonu itibariyle döviz rezervi -76 milyar dolar seviyesinde. Bu makro verilerin yanında özellikle kısa vadeli sermaye akımlarının seyri Türkiye’nin hızla temerrüde düşme olasılığını ya da devlet iflasını önünü açabilir. Tam bu konjonktürde Mehmet Şimşek’in Maliye Bakanlığı’na getirilmesi ve Merkez Bankası’nın başkanının değiştirilmesi saray tarafından bu riskin görülmesi, küresel finans kapitale ve küresel tefecilere bir mesaj olarak okunabilir. Finans kapitalin önemli siyasi figürlerinden biri olan Mehmet Şimşek, ilk açıklamasında rasyonaliteye vurgu yaptı. Tabii ki bu rasyon finans kapitalin rasyonu ve finans kapitalin yol haritasını ve kar iştahını ifade ediyor. Şimşek rasyonalite ve mali disiplini içeren bir programı devreye sokmayı hedefliyor. Bu yönde en başta Merkez Bankası’nın özerkliğinin sağlanmasını ve sermaye hareketlerinin serbestliğini amaçlıyor. Amaç hızla dış kaynağın Türkiye’ye gelmesinin koşulları sağlamak. Bu yönde bir yandan radikal kemer sıkma politikalarını devreye sokmayı, diğer yandan Türkiye’yi finans kapital için av sahasına dönüştürmeyi “arzuladığını” söyleyebiliriz.
Fakat önünde ikili bir engel var. Siyasal iktidar kendi organik sermayesi ve lümpen burjuvazi için angajmanlarını bırakmak istemiyor. Bu yönde finans kapitalle çelişkiye düşecek adımlar atabiliyor. Ve tek adam, aslında her şeye müdahale edebiliyor. Öte yandan yerel seçimler kritik önem taşıyor. Özellikle metropollerdeki belediyelerin yeniden ele geçirilmesi rejimin iç istikrarı ve ekonomik kaynak sağlanması ve faşizm normalleştirilmesi açısından ciddi önem arz ediyor. Ayrıca belediyelerin kaybedilmesi seçimlerdeki kritik “başarıyı” tartışılır hale getirebilir. Varolan siyasal istikrarsızlık derinleşebilir. Bu manada Şimsek’in programıyla, radikal adımları yerel seçimler sonrasına bırakılmak kaydıyla, krizi kontrol altına almak, küresel tefecilerin istediği “rasyonal” düzenlemeleri adım adım gerçekleştirmek, bir nevi zaman kazanmak hedefleniyor. Ama yaşanan sorunlar çok ciddi. Belki yaz ayları turizm gelirleriyle idare edilebilir ama kritik eşiğin eylülde sonuna doğru başlayacağını düşünüyorum. Bu koşullarda her an yeni bir döviz krizi gerçekleşebilir ve özellikle emlak sektöründe spekülatif balon patlayabilir. Ve devletin borç çevriminin kırılması, devletin temerrüde düşme olasılığı gündemde kalmaya devam edecektir.
- Bu bağlamda 20 yıldır IMF’ye posta koyarak IMF direktiflerinin tümünü harfiyen uygulayan AKP iktidarı, yeni bir kemer sıkma rejimine mi geçecek?
Özellikle 2024 Mart ayına kadar bir zaman kazanma taktiğinin izleneceğini ama bu arada küresel finans kapitalin isteklerine uygun bir dizi adımın atılacağını ve düzenlemelerin yapılacağını düşünüyorum. Aslında dediğiniz gibi IMF’siz IMF programı izlenecek. Özellikle 2018 döviz krizi sonrası benzer uygulamalar devreye sokulmuştu. Bu süreci 2020 yılının ilk aylarında ve son aylarında olmak üzere iki döviz krizi daha izledi. Şimdi iş daha ciddi. Saray yönetimi durumun vahimliğinin farkında. Türkiye, Yunanistan’ın 2009 yaşadığı ve ekonomik çöküş anlamına gelen bir devlet iflası olasılığıyla karşı karşıya.
Hızla mı? Yoksa bir vadede mi hayata geçirilecek? Bilmiyorum ama radikal Neo-liberal yıkım programlarının ve kemer sıkma politikalarının devreye sokulması kaçınılmaz gözüküyor. Bu hızlı ve yıkıcı bir yoksullaşma demektir. Hala hazırda bu süreç bir mülksüzleştirme şeklinde gelişiyor. ‘Hayırsever kapitalizm’ uygulamalarının “rasyonalite” ve mali disiplin politikaları karşısında aşınacağı aşikâr. Alt sınıfların kimlik paniğine yanıt veren, yarattığı mana dünyası içinde tutabilen, rıza politikaları üreten ve verdiği sosyal yardımlarla yönlendirebilen AKP giderek bu yeteneğini kaybedebilir. Özellikle bugün kırsal alanda krizin yıkıcılığını farklı rezervlerden dolayı daha az hisseden kitleler (ev sahibi olması, aldığı ortalama ücret yani asgari ücret kadar sosyal yardım alan, temel gıda maddelerine metropole oranla kısmen daha ucuz ulaşan kırsal kesim) bu olanaklarını yitirebilir. Aynı alanlarda modern çitlemenin yaşanması ve Anadolu kentlerinde yaşanan hızlı proleterleşme dalgası ve hemen hemen her kentin bir proleter kente dönüşümü farklı çelişki ve arayışların önünü açabilir.
Bütün bunlar olasılıktır. Ama yukarıda belirtiğim gibi hegemonyanın kırılması, rıza üretme mekanizmaların parçalanması ve dinsel büyünün bozulması, faşizmin cazibesinin yok edilmesi o kadar kolay bir şey değildir. Kitleler sürdürebilir yoksulluğa o kadar alışmış durumdalar ki bunu normal karşılayıp, lidere biat ve özdeşleşme halini sürdürebilirler. Bu noktada gerilim politikaları, ötekileştirme, düşmanlık, radikal kötülük, ırkçı ve milliyetçi politikalar, hatta reaksiyonel tutumlar epey etkili sonuç verir. Bütün bu olgular faşist ruhu besler ve şekillendirir. Faşizm, ruh hali olarak kitleleri kavrar ve faşist bir geleceği inşa eder. Faşizmin doğası hükmünü sürdürür. Böyle bir momentin içine girdiğimizi herkes aklında tutmalıdır. Ancak bu atmosfer insanların yüreklerinin acıdığı yere dokunan, sahici olan, hayatı örgütleyen, işçi sınıfı ve yoksullarla organik ve stratejik bağ kuran, halkların komün rezervlerinden beslenen bir toplumsal mücadelenin örgütlenmesiyle olanaklıdır. Sorun devrimi yaşayan bir şey haline getirmek, insanların rüyalarına tutunmalarını sağlamaktır.
- Ve tabii bu arada, savaş gerçekliği var. Savaş her zaman kapitalizmin işine yarar ama bir yandan da muazzam bir yükü var…
Savaş ve kapitalizm ilişkisi bir sermaye birikimi tarzını ifade eder. Yıkmanın üzerinden çok boyutlu yeniden inşayı, yeni pazar alanlarını, tahakkümün sürekliliğini içerir. Türkiye kapitalizmi aslında bir savaş ekonomisi üzerinden şekilleniyor. Son çeyrek asırda gelişen sektörler ağırlıkta savaş sanayi ve onunla entegre olan sektörler. Bu bir yanıyla militarizasyon ve agresyon sürecidir. Vurgunuz son derece önemli savaşın ve savaş psikolojisinin hayatın ve toplumun tüm gözeneklerine sinmesi, kitleleri yüksek derece de manipüle etme ve savaş ekonomisinin tüm yükünü toplumsallaştırma şansı veriyor. Ayrıca bu politikalar iktidar olma ve iktidarda kalma strateji olarak işliyor. Kapitalizm ve korku çok içkin şeylerdir.
Dieter Duhm, kitabında bu konu üzerine iyi bir arkeoloji yapar. Korku dinamosunun işlevi iktidarlara soluk alma, kitleleri manipüle etme, rıza üretme şansı verir ve kitlelerin güce tapınmasını koşullar. Bir kurtarıcı beklenir. Bu kendi küçük hayatlarını kıymetli hale getirememelerinin sonucudur. Faşizmin korkuyu örgütlenmesi boşuna değildir. Bugün Türkiye’de bir korku dinamosu işliyor. Savaş rejimi bu dinamoyu sürekli besliyor. Yeni kapitalist devlet üzerinde başka bir sohbette genişçe dururuz. Kısaca vurgularsak aslında yeni devlet ikili bir karakterde şekilleniyor. Bir yandan jelleşiyor, yani esniyor, sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına göre biçim alıyor, kendini yetkinleştiriyor, diğer yandan predatör yani avcı gibi çalışıyor. Finans kapital devlet ilişkisine zarar verebilecek her şeyi etkisizleştiriyor veya enterne ediyor. Yani bir savaş makinasına dönüşme hali hem bir ekonomik tercih ve sermaye birikimi hamleleri, hem de toplumu mobilize etme, teyakkuzda tutma ve atomize etme için elzem politikalardır.
- Öte yandan, bu koşullarda seçime fazla işlev yüklemek artık saflık değil mi? İşçi sınıfına, yoksullara gitmeden, sokağı örgütlemeden korunabilir bir seçim zaferi bile mümkün görünmüyor…
Seçim sürecinde 14 Mayıs’ta faşizmi yıkacağız tanımlaması yapan siyasal yapı temsilcileri oldu. En iyi ifadeyle bu tanımlanmaları yapanların ve siyasi kurumların faşizm üzerine çok fazla düşünmediğini söyleyebilirim. Vaka bence daha ağır. Karşımızda Pers, Selçuklu, Bizans, Osmanlı devlet geleneğine yaslanan, yüzyılların tecrübelerini biriktirmiş bir kapitalist devlet olduğunu bilmeliyiz. Ayrıca yeni devletin küresel karşı devrimci birikimlerle şekillendiğini ve aynı anda ikili rejim uygulayabilme kabiliyetine sahip olduğunu akılda tutmalıyız. Devlet jel karakteriyle sınıf mücadelesini ritmini kontrol altına alırken, sola hatta devrimci sola konfor alanları yaratabiliyor. Politika yapma olanakları tanıyor. Tek bir kıstas var devlet ve finans kapital ilişkisine zarar vermesin. Bunun dışına çıkıldığında devletin predatör/ avcı yönü devreye giriyor. Ve muhalefeti felç ederek, etkisizleştiriyor. Bence Türkiye solu yaşadığı bir dizi likidasyona bağlı olarak kendine sunulan konfor alanında politika yapmayı tercih ediyor. Parlamenter alanın bu kadar sükseli olması boşuna değil. Ama aslolan anti-kapitalist kopuşları gerçekleştirmek ve bu yönde stratejik konumlanmalar içine girmektir. Başta işçi sınıfı ve tüm ezilenlerle ontolojik bağlar kurmaktır. Böylesi bir duruş en başta ihtilalci bir ruh gerektirir. Meşakkatli, sebatkâr, kuluçkaya yatan ve biriktiren bir politik tarzın kurulmasıyla olanaklıdır. Devrimcilik zor zanaattır derler bu işin bir yönü asıl ihmal edilen bir şey, devrimcilik zerrede kâinatı görmek ve o kainatı yaratma arzusu ve cüretidir. Yani özünde praksistir. Ve bir iddia ve varoluş şeklidir. Bu ablukanın dağıtılması Weber’in tanımıyla hayatın her alanındaki demir kafesin (Weber bu kavramı bürokrasi için kullanır, biz genişleterek faşizmin demir kafeslerini olarak kullanırsak) parçalanması gerçekten zor iştir. Ancak kitlelerden öğrenen, kitlelerle organikleşen ve kitlelerin öfkesini örgütleyen bir toplumsal hareket bunu başarabilir. Şilililerin şarkısıyla “El pueblo unido jamas sera vencido -Örgütlü halk asla yenilmez”. Bunu kendimize sık sık hatırlatmalıyız. Seçimleri ve parlamentoyu en fazla Kıvılcımlı’nın ifadesiyle legalitenin istismar alanı olarak görmeliyiz. Gerçek bir toplumsal hareketin yaratılması zaten çok yönlü ve çok boyutlu politik hamleleri koşullar. Parlamento bunlardan sadece biridir. Peki, bugün hemen şimdi ne yapmak gerekir denirse, sınıfla bıkmadan, usanmadan, ısrarla bağ kurmaya çalışmak. Her eyleminin parçası olmak ve sınıf mücadelesi içinde şekillenmek ve sınıftan öğrenmek gerekir derim.
- Kürtler, biliyorsunuz, seçimlerden sonra kendi rotaları üzerinden bir eleştirel sürece girdiler. Onlarda aşağıdan gelip herkesi ‘düzelten’ bir halk hareketi de var. Batıda ise durum bu bakımdan oldukça yoksul! Bu durum, sosyalistlere daha acımasız bir özeleştirel süreç görevi yüklemiyor mu?
Seçim süreci bence Kürt ulusal hareketinin yeni bir momente girdiğini gösteriyor. Özellikle HDP eksenli bir analiz yapmamız gerekirse seçimler hareketin yeterli bir performans gösteremediği ortaya koyuyor. Her ulusal hareket bir momentte iki temel sınıftan birinin hegemonyasına girer. Yani proletarya ya da burjuvazinin. Sınıf savaşımları ve ulusal mücadelelerin tarihi bunu gösteriyor. HDP bence bu momentumun sancılarını yaşıyor. Hareket bir yoksul hareketi olarak şekillendi ve bütün gücünü ve mobilizasyonunu bu zeminden aldı ve alıyor. Bu zamana kadar aşağıdan gelen basınç, hareketin savrulmalarını sınırlıyor ve disipline ediyordu. Fakat bürokratikleşme ve parlamenter alanın kirletici yönleri HDP içinde etkilerini göstermeye başladı. Kitle aktivite örgütlenmelerinin olmaması ve taban örgütlenmeleriyle kuşatılmaması HDP’nin kendi tabanı ve etki yarattığı alanlarla yabancılaşmasının önünü açtı. Yoksullarla arasında ciddi bir açı doğdu. Çünkü böylesi bir politik pozisyon yoksulları politikanın öznesi değil, nesnesi görür. Bir anlamda politika yapıcı bir kasttan bahsedebiliriz. Ve bu kastın ufku sol liberal bir çizgiyle sınırlanmış durumda. Ve “mücadeleyi” parlamenter alana sıkıştırarak kendi varlığını koruyor. Hareket sokaktaki varoluşunu kaybettikçe, bürokrasi hükmünü sürdürür ve tipik bir burjuva parlamenter çizgiye kayar. Kısaca bir toplumsal hareket olma özelliğini kaybeder. Bence bu seçimler hareketin önüne bir toplumsal harekete hızla dönüşmenin ve yoksullarla yeniden organikleşmenin zorunluluğunu ortaya koydu. Yoksa büyük aşınmaların yaşanması kaçınılmazdır.
Ayrıca bugün Türkiye kapitalizmin küresel tedarik merkezlerinden biri olmasına bağlı olarak Kürt illerinin her birinin bir proleter kente dönüştüğü gözardı edilmemelidir. Artık işçiler Kürtleşmekte, Kürtler işçileşmektedir. Yani ulusal çelişkinin yanında sınıfsal çelişkinin de barizleştiği bir konjonktürdeyiz. Yeni süreçte bir toplumsal hareket bu çelişkiye de yanıt üretebilirse gelişebilir. Bu noktada tarihimizde olağanüstü bir örnek var. İrlanda sorunu ve James Connolly. Connlly, İrlanda’da tam olarak bu soruna; İrlanda’daki ulusal kurtuluş hareketinin 20. Yüzyılın başlarında sınıfsal boyutlar kazanması üzerine kafa yorar ve pratik adımlar atar. ITGWU adlı sendikanın yeniden yapılanmasını sağlayarak İrlanda işçi sınıfının militan örgütlenmesini gerçekleştirir. Ulusal mücadeleyle, sınıf mücadelesini rezonansa sokar. Ulusal mücadeleyle sosyalizm mücadelesi arasındaki diyalektiği kurarak 1916 Paskalya Ayaklanması’nı gerçekleştirir. Bu süreç aynı zamanda hareketin işçi sınıfı hegemonyasında gelişmesini sağlar. Bu deneyim üzerinde durmanın yararlı olacağını düşünüyorum. Ben Uluslararası İşçi Hareketleri adlı çalışmamda kapsamlı bir şekilde bu deneyimi inceledim. İlgisini çeken arkadaşlar kitaba bakabilir.
Batı yakasında durum ise vahim. Devrimci özneler ya dar sekt ve mezhebi bir yapı olmayı tercih edecekler ya da sınıf ve kitle hareketinin inşası içinde kendilerini yeniden inşa edecekler. Devrimci özneler, hemen aklıma gelen 1989 Bahar Eylemleri’nde, 1990-91 Madenci Yürüyüşü’nde, Özelleştirmelere karşı fabrika işgal eylemlerinde, Tekel Direnişi’nde, Gezi Ayaklanması’nda, Metal Fırtınası’nda ve birçok direnişte işçi sınıfının ana rahmine çağrılara yanıt üretemediler ve likidasyona uğradılar. İşçi sınıfı ve tüm ezilenlerle hayatın her alanında ontolojik ilişki ve bağ kurmak artık yaşamsallaşmıştır.
- Bu bağlamda, sendikalar ve kitle örgütlerinde durum nasıl görünüyor? Son birkaç yılda mesela, yüzümüzü güldüren işçi hareketlerinden çoğu, klasik sendikalardan değil, bağımsız sendikal hareketlerden geldi. Nereye varacak bu işin sonu?
Sendikal alanın giderek çürüdüğü bir dönemden geçiyoruz. Aslında bir tarihsel dönemdeki mücadele örgütü olan sendikaların, özellikle 2008 küresel kriziyle birlikte işlevlerini yitirdiği düşünüyorum. Kapitalist devlet ve finans kapital bu alanı bir nevi yeniden dizayn ediyor. Bırakın sınıfın devrimci enerjisini (hadi sınıfsal öfkesini diyelim) açığa çıkarmayı, bu enerjiyi absorbe etmekle mükellef yapılar olarak işlev görüyor. Bu sürece hiç ayrım yapmadan DİSK ve KESK’i de katıyorum. Çünkü iş niyetten öte konumlanma ve yürüttüğün politikalarla ilişkili bir durum. Artık şirketleşen ve lümpenleşen sendikal yapılarla karşı karşıyayız. Althusser’in açılımından daha ileri giderek ideolojik aygıtlar, sermayenin organik parçası olmasa bile organik parçası gibi hareket eden yapılarla karşı karşıyayız. Sendikalar bir anlamda sömürüyü sürekli kılan ve sınıfı disipline eden mekanizmalar olarak işlev görüyor. Bu süreçten barolar, bazı “sol” partiler, dernekler, farklı “demokratik kitle” örgütleri, üniversiteler azade değil. Yeni devlet bu ideolojik aygıtları yeniden dizayn ederek şekilleniyor, jel karakterini bu alanları kontrol ve manipüle ederek kazanıyor. Şirketleşen devlet, şirketleştirerek kadavralaştırıyor ve kitleleri yüksek düzeyde kontrol edecek mekanizmalar yaratıyor. İdeolojik terörünü ya da hegemonyasını bunun üzerinden inşa ediyor. Zamanın ruhunun bütün bu alanlarda kendini dışa vurması şaşırtıcı değil. Hemen hemen bütün sendikalar ve sivil toplum örgütleri diye tanımlanan her yapı tek adamla ve bürokratik kastla yönetiliyor ve hızla şirketleşme eğilimi içinde. Bu çürümüş yapının dışında doğrudan eylemin içinde şekillenen, doğrudan demokrasiyi hayata geçiren, profesyonelliği ahlaki olarak reddeden, taban örgütlenmelerine dayanan fabrikada, mahallede, sokakta, kentte yeni emek odakları yaratmak gerekiyor. Bir üzüm salkımı gibi şekillenen ve sınıfın öfkesine dayanan, bu öfkeden beslenen ve çıplak bir öfke hareketi olan emek odakları inşa etmek zorundayız. Sınıfsal öfkeyi bilinçli kullanıyorum çünkü bu öfke sınıfın öznel ve nesnel şekillenmesinin mayasıdır. Ancak böylesi örgütlenmeler finans kapitalin stratejik saldırılarına cevap verir, ekmeği ve onuru korur. Faşizme karşı direnişi örgütler. İspanya İç Savaşı’nda CNT-FAI pratiği anlattıklarıma muhteşem bir örnektir.
- Böylece, son olarak başa dönebiliriz. Bu iktidarı (ya da genel olarak bu iktidarları) yıkmak, daha doğrusu yoksulları, emekçilerin onların etkinliğinden kurtarmak için, ‘boş tencere’ ve ‘enflasyon rakamları’ dışında neye güvenmeliyiz?
Hamit Bozaslan’ın ifadesiyle illegal bir siyasal rejimle karşı karşıyayız. Bu süreç bir yandan yeni komprodorlaşma ve lümpenleşmenin önünü açıyor, diğer yandan devlet ve toplum paramiliterleşiyor. Aslında karşımızda bir kartel rejimi var. Bu yönler yeni kapitalist devletin özellikleriyle bütünleşiyor. Kapitalist devlet formel ve enformel şiddet uygulayarak sermaye birikimi için steril alanlar yaratıyor. Aynı zamanda sürekli karşı devrim stratejisiyle hareket ederek her düzeydeki muhalefeti paralize ediyor, iradesini kırıyor. Hatta muazzam bir esneklikle muhalefetinden güç alıyor, yeniden şekilleniyor. Kutsallık ve egemenliği iç içe geçiriyor. Böylesi bir kapitalist makineyle ve kitleselleşmiş bir kartel rejimiyle ancak ezberi bozan ve reflekslerini kıran bir tarzda mücadele ederseniz başarılı olursunuz. En başta öngörülür olmamak lazım. Yani işçi sınıfı ve yoksulların içinde uzun, sabırlı, tek tek ev ev örgütlenerek, insanların yüreklerinin acıdığı yere dokunarak ve her insanın kendi masalını dinleyerek, uzun ayları ve yılları kapsayan bir çaba içine girmek gerekiyor. Somut sorunlardan hareket ederek, politikayı sokakta yaparak, hayatı bir oya gibi örerek, devrimin aktüelliğini ve imkânını somut ve günlük sorunların içinde arayarak yola çıkılmalı. Sınıfsal antagonizmanın tarafı olarak muazzam bir sabırla, militan bir ruhla çalışmak, uğraşmak gerekiyor. Yani derviş sabrı ve mütevazılığı ve şövalye ruhuyla işçi sınıfının ve yoksuların içinde olmalıyız. Öfkenin parçasına dönüşmeliyiz. Aslında devrimci hareketin tarihi anlattıklarımızın tarihidir. Ancak böylesi, sahici ve öfkenin içinde şekillenmiş toplumsal hareket bu karşı devrimci kuşatmayı püskürtebilir.