Sonuç olarak iş cinayetlerinin önlenmesi için hukuki mücadele önemliyse de hukuk mücadelesinin önleyici etkisinin düşük olduğu ortadadır. Esas olan işçi sınıfının canını maliyet kalemi olarak gören sermayeye karşı örgütlü mücadelesidir
Onur Fırat Kaynun*
Sermaye sahibinin iş kurarken ilk yaptığı iş kâr-zarar dengesinin kâr lehine tespitidir. Bu yazının konusu ise sermaye sahiplerinin bu tespiti yaparken giderleri arasında yer verdiği maliyetlerinin aslında “işçinin ölüm maliyeti” olduğudur.
İster bölgesel, ister küresel ölçekte olsun sermayenin gider kalemlerinden biri; işçinin yaralanması veya ölümü halinde ortaya çıkacak tazminat ve “üretimin aksaması” maliyetidir. Bugün şirketlerin tamamında bu maliyetler; liberal işletme öğretisinde yer alan muhtemel/farklılaşan maliyet değil “batık maliyet” olarak yer almaktadır. Batık maliyet hiçbir alternatifte değişmeyen, geri dönülmez, önüne geçilmez maliyettir. Özetle sermaye; emekçinin canını ilk sıra “maliyet” kalemi ve özelde batık maliyet kalemi olarak kuruluş bütçesine yazmaktadır.
“Yerli ve milli” soslu, neo-liberal sömürü düzeninin her geçen gün derinleştiği coğrafyamızda birbirini kovalayan her yıl; binlerce iş cinayeti ve işçi kıyımı yaşanıyor. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi’nin raporlarına göre 2023 yılının ilk beş ayında kayıtlara giren iş cinayetlerinde yaşamını yitiren işçi sayısı en az 730’dur. Cinayetlerin en sık yaşandığı alanlar ise sermayenin iştahını kabartan ve kasasını şişiren; İnşaat, yol, taşımacılık ve maden iş kolları. Tüm verilerde inşaat işçilerindeki ölüm ve yaralanmalar son on yıldır ilk sıraya sabitlenmiş durumda. “İnşaat piyasası”nın coğrafyadaki azgınlığı ve en büyük rant kapısı olduğu ortada. İnşaat iş kolundaki iş cinayetlerinin oransal ve sayısal olarak ilk sırada olmasının sebebi ise tam olarak sermayenin en parıltılı zenginleşme sahasını oluşturmasıdır. Bu noktada genel değerlendirme açısından inşaat iş kolundaki cinayetleri ele almak isterim;
Bir inşaat işçisinin hayatı kürek mahkûmunun günlük yaşantısından farksız. Varsa yoksa çalışmak. Bir de ölmek “tabii”. Bunu görmek için sadece yakın zamanda yapılan iki devasa inşaata bakmak yeterli; İstanbul İGA yeni havalimanı ve Finans Merkezi şantiyeleri. Bilindiği üzere havalimanı ihalesini AKP iktidarının kamu özel işbirliği modeliyle palazlandırılan, Cengiz – Kolin – Limak – MAPA – Kalyon, “Ortak Girişim Grubu”nun kurduğu adi ortaklık olan İGA aldı. Ama asıl işi yapan taşeronun taşeronu. 24 saat vardiya usulü çalışma var şantiyede. İşçiler barınma alanlarından şantiyeye gitmek için saatlerce, soğukta-sıcakta-yağmur altında servis sırası bekliyor. Sahaya varanı ortalama 12 saatlik çalışma bekliyor. Servisle birlikte bu sürenin ortalaması 14 saat. Emek sömürüsü; fazla çalışma, sigortasızlık, barınma ve beslenmenin yetersizliğiyle bitmiyor. Havalimanı şantiyesinde en az 60 işçinin öldüğü biliniyor. Servis kazası, yüksekten düşme, cisim çarpması, ezilme, boğulma, patlama…
İstanbul Finans Merkezi örneğinde ise sermayenin failliği burada daha kurumsal, doğrudan. Sahada yaşanan cinayet, intihar, yaralanma, zehirlenme ve yangın. Sermayeyi göklere ulaştırmak için dökülen yine işçinin kanı. Umut Oydaş. 20 yaşında. 2002 doğumlu. Gurbetçi olarak çalışmaya geldiği Finans Merkezi şantiyesinde, gece 02:00’de yatakhanede çıkan yangında öldü. Arkadaşları Umut’un sesiyle uyandıklarını söylüyor. 8 tane yangın söndürme tüpüyle yangını söndürmeye çalışıyor arkadaşları ama hepsi boş, kullanılamaz halde. Sabah gün ağardığında ulaşabiliyorlar arkadaşlarının bedenine. Aynı iş sahasında çarpma, ezilme, düşme, elektrik çarpması sonucu meydana gelen cinayetlerin sayısı yine onlarla ifade ediliyor.
Bir insanın ölmesi ve ailesinin yaşayan ölülere dönüşmesi, işin devam edip sekteye uğramaması karşısında patron hayatına etki eden bir duygu ya da durum dahi değil, sadece üç harf: HİÇ. Bunun nedeni ve biz hukukçular açısından yapılacak değerlendirme çok açık: devletin cezasızlık politikası ve sermayenin mali açıdan devamlılığının sağlanmasını esas alan hukuk politikası.
İşverenlerin ceza yargılanmasında koruma kalkanı haline getirilen kişiler iş sağlığı ve güvenliği personelleri. Ceza sorumluluğunun büyüğü yine emeğini satarak çalışan bu kesime yöneliyor. Esas sermaye ise hukukçular açısından garabet olan ve sermayenin ve kamu personelinin emniyet supabı yapılan “bilinçli taksir” olarak ceza kanuna geçen tanım. Peki ne demek bu “bilinçli taksir”? Aslında kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi hali. Neticenin bilinmesi ve bilerek önlem alınmaması hali açıkça cana kast iken işverenler bu yolla korunarak sonuç olarak bir gün dahi hapis yatmadan cezasızlıkla karşılaşıyorlar. Hukuk yargılamasında ise dava açılış harçlarının yüksekliği, yargılama aşamalarının teknik raporlarla yılları bulması, bazı zamanlar uzun yargılama süreleriyle tazminat taleplerinin zamanaşımına uğraması, muhatap taşeronların hileli iflasları nedeniyle alacakların tahsil edilmemesi de en sık rastlanan sorunlar.
Sonuç olarak iş cinayetlerinin önlenmesi için hukuki mücadele önemliyse de hukuk mücadelesinin önleyici etkisinin düşük olduğu ortadadır. Esas olan işçi sınıfının canını maliyet kalemi olarak gören sermayeye karşı örgütlü mücadelesidir. “Biz uyarmıştık, önlem alınması gerekirdi, artık ölüme dur de” şeklindeki söylemelerin eylemsizlik nedeniyle sonuç vermediği açıktır. Yapılması gerekenin işçi sınıfının öz gücünün farkındalığıyla patronların, sermayenin ve koruyucuların karşında kenetlenmesidir. Kazanım çok sade; canımız.
*Özgürlük İçin Hukukçular Derneği (ÖHD) üyesi