Eleştiri-özeleştiri ve bunun sonucunda “yeniden yapılanma” sürecinde her parti üyesi ve her HDP seçmeni gördüğü her yanlış hakkında konuşma özgürlüğüne sahiptir. Hiç kimseye “şu konuda konuşma” denemez.
Her yanlış “mühimdir.” Ama her yanlış “ehem” değildir. “Ehemmi, yani daha önemli olanı, mühime, yani daha az önemli olana tercih” tartışmayı amaca uygun yapmanın önemli bir ilkesidir.
Kılıçdaroğlu’nu birinci turda desteklemenin yanlış olduğunu düşünenlerimiz var. Elbette bu yanlışı eleştireceklerdir. Konuyu tartışmanın yararlı olacağını sanıyorum.
Eğer Kürt halkı bu kararı benimsemeseydi, diyelim ki, “CHP’nin peşine takılmama” adına sandığa gitmeseydi, ya da oylarını kimi yerde yüzde yetmişler, kimi yerde yüzde seksenler ve hatta kimi yerde yüzde doksanlar oranında Kılıçdaroğlu’na vermeseydi, sözü edilen “yanlış karar” çok ağır eleştirileri ve hatta suçlamaları hak ederdi. Sonuç ortada. Buna karşılık birinci turda HDP’nin kendi adayıyla gireceği seçimde nasıl bir sonuç alacağını bilmiyoruz. 2018 seçimlerinde Selahattin Demirtaş’ın kendi partisinin aldığı oydan daha az oy aldığını hatırlayalım.
Demek ki, HDP seçmeni Demirtaş’ın adaylığı konusunda o seçimde “bölünmüştü.” Parti kararına rağmen bir kısım HDP seçmeni üstelik Muharrem İnce gibi birisine oy vermişti. Bu bölünmeyi HDP seçmeninin örgütsüzlüğü ve bilinçsizliği ile açıklamanın büyük bir yanlış olacağı açıktır. Ortada bilinç var. Bu bilinç Kürt halkının her ne pahasına olursa olsun Erdoğan’dan kurtulmanın özgürlüğe doğru kapıyı ardına kadar olmasa da birkaç santim aralayacağı bilincidir ve yerden göğe kadar haklıdır. Bir parti kendi halkının bu tercihini aşırı derecede zorlayamaz. Kararı eleştiren arkadaşlar, HDP adayıyla girilecek seçimde Kürt seçmen kitlesinin bölüneceğini sanıyorum hesaba katmadılar. Böyle bir bölünme asıl o zaman “kaybetme” anlamına gelecekti. Nitekim şimdi biz bu birleşik oy oranına bakarak Kürt halkının Erdoğan rejimine karşı başarı kazandığından söz edebiliyoruz. O nedenle halkın desteklediği bir seçim taktiğinin yanlış olduğunu söylemenin parti içi tartışmanın sınırlarını zorladığını hatırlatmak isterim.
Buna ek olarak, HDP’nin aday çıkarması sonucu Erdoğan’ın ilk turda kazanma ihtimalini hesaba katalım. Zaten kazanmasına ramak kalmıştı. Hatta kazanacağı kesindi, çünkü seçimi çalmak için her şey hazırlanmıştı. Böyle bir durumda HDP her durumda çalınacak olan seçimde “kaybettiren” olarak suçlanacaktı. Millet İttifakı partilerinin yapacağı suçlama önemsizdir. Ancak bu partilerin tabanı, o durumda, seçimi çalanları değil, HDP’yi suçlayacaktı. Hem “laik CHP’liler” hem de “dindar muhalifler” ile HDP arasında anti-faşist ittifak imkânı yıkılacaktı. Kürt düşmanlığı bu kitlelerde daha da güçlenecekti. Bu ise, ittifakı “partilerle” sınırlamak yerine ittifakı “toplumsallaştırmak” hedefiyle çelişecekti. Partilerin laik ve dindar tabanındaki emekçilerle Kürt halkı arasında sağlam bir “toplumsal ittifak” olmadıkça demokrasinin de Kürt sorununda çözümün de imkânsız olduğu açıktır. Nitekim özellikle CHP içindeki “Ergenekoncu” unsurların, verilen bu büyük desteğe rağmen, “Kürtler sandığa gitmedi, bizim kaybetmemize sebep oldu” dediklerini hatırlayalım. Çünkü onlar bu seçim taktiği ile Kürt özgürlük hareketinin hem Erdoğan karşıtı laik tabanda, hem de dindar tabanda küçümsenmeyecek bir sempati kazandığını gördüler ve bu sempatiyi geriletme telaşına düştüler.
Ancak bütün söylenenlere rağmen Kılıçdaroğlu’na verilen desteği kesinlikle “yanlış” bir taktiğe dönüştüren önemli bir gerçeklik var. Seçim gecesi yapılan yanlıştan söz ediyorum. Seçmeni sandıktan soğutacak kaygısıyla faşizm koşullarında yapılan seçimin meşru olmadığını ilan etmekten kaçınmak ciddi olumsuz sonuçlar doğurdu. Yanlış olan Kılıçdaroğlu’na verilen destek değildi, seçim gecesi Kılıçdaroğlu’nun yaptığını yapmış olmamızdı. Millet İttifakı o gece evine gitti, biz de evimizin yolunu tuttuk. Hiç kuşkusuz HDP kitlesini yalnız başına meşru olmayan seçim sonuçlarına karşı sokağa sürmek yanlış olabilirdi. Ama laik ve dindar Erdoğan karşıtı seçmenlere “sokağa çıkın, hırsız var” çağrısı yapmanın önünde hiçbir engel yoktu. Çıkarlar ya da çıkmazlar. Her durumda HDP politik mücadelesini bu yolla sürdürebilir, içe dönmek yerine önüne politik bir mücadele hedefi koyabilirdi. “Seçim meşru değildir, çalınmıştır, Erdoğan istifa etmelidir, bütün partilerin eşit katıldığı bir seçim hükümeti, YSK’yı tarafsızlaştırarak ve seçmen kütüklerinden sahte seçmenleri ayıklayarak seçimi yenilemelidir, bunlar olmadığı takdirde TBMM’deki tüm muhalefet birlikte sine-i millete çekilmelidir” diyerek, radikal demokratik bir tutum alabilirdi. Bu tutum HDP seçmenlerini “yenilgi psikolojisinden” korur ve devletin burnunu HDP’nin içine sokma yeltenişini boşa çıkartırdı. Aynı zamanda laik ve dindar muhalif emekçiler kendi partilerinin ihanetine karşı HDP’nin Üçüncü Yol’una, kendi öz deneyleri yoluyla yaklaşabilirlerdi.
“Çok hata yaptık, kaybettik” demek yanlıştır. Bu yaklaşım, kendiliğinden çalınan seçimi ve onun sonunda yeniden kazanan diktatörlüğü meşrulaştırma sonucunu doğurmuştur.
Kılıçdaroğlu’nu desteklemenin tartışılması pratik bakımdan sonuç doğurmaz. Çünkü bu yanlışı gidersek de aynı yanlışı yapma ihtimali zaten yok. Ama seçim gecesi yapılan yanlışı tekrar etmemek için şimdi yapılacak olan ilk iş, diktatörlük koşullarında yapılacak olan yerel seçimlerin hiçbir meşruiyet taşımadığını ilan etmek ve demokratik yerel seçim için önkoşulları dile getirmek gerek:
Erdoğan istifa.
Geçici seçim hükümeti.
Demokratik YSK.
Temiz seçmen kütükleri.