Dünyanın sonu gelmişçesine şevk ve telaşla enstrümanlarını çalan cırcır böceğinin yaptığı uzak çağrışımlar eşliğinde (sanki insan cırcır böceğini hatırlıyor da onu en son nerede ‘dinlemiş’ olduğunu bilemiyor, hatırlamıyor) son bir aydır “kaçtığım” kitaba göz atıyorum. Keşke hiç bitmese. Ama tez zamanda babamın da okumasını istediğim için (insanın babasının, dünyanın en iyi okurlarından olması kadar harika bir şans olamaz, iyi ki varsın baba!) hafif bir acelecilik de var. Oysa nasıl da kapılarını açtı bana bu kitap, malikânelerini, ormanlarını, loş odalarını… Tuhaf olan ise bu kitabı özel-zor bir zamanda okuyacağımı ta üç yıl öncesinden hissetmiş olmamdı. Başucumda sessizce ama beni kollayarak, benimle dayanışarak beklediğini hep hissettim. Oradaydı; içindeki sonsuz dünya ve hüzünlü siyah-beyaz fotoğraflarla. Benimdi, sonsuz yitik dünyası ve ebedi bahçeleriyle onundum, tüm yitik hikâyelerim ve ebedi rüzgârlarımla… Dayanamayarak fotoğraflarına bakmıştım kaç kez, Annesinin mahzun ve sessiz suretinde kaybolmuş ve Annemi hatırlamıştım. Bakmış ve varoluşun öteki sahnesine geçmiş olan sevdiklerine el sallamıştım. Okuyacağım gün gelecekti, karşılıklı olarak biliyorduk bunu, kavuşacağımız an gelecekti ve geldi. Annem, varoluşun öteki boyutuna geçtiğinde ve Annesi dahil tüm “sûretleri” bana artık başka gözlerle baktığında kapısındaydım. İçeri geçtim. Ona kaçtığımı biliyordu, ona kaçtığımı sevgiyle bildiğini biliyordum. Hazan yapraklarından pancurları çekerek tüm kış masallarını asırlık şömine ateşleriyle ısıttı. Isınan masallarla diyar diyar dolaştık bazen sürgün, bazen gönüllü “êmigri” (mülteci), bazen anlaşılmaz, bazen anlamın tam ortasındaydık. Her bir cümlesi kavuşma şarkısının notalarıyla dans etti ruhumda. Cırcır böceği yüz yıl sonra yeniden şenlendirmeye başladı gecelerin kuzeyli soğuğunu. Kapağında kelebeğiyle bize bakan yazarın sihirli halısı kâh dört mevsim arasında kâh kıtalar arasında mekik dokudu.
Beklediğim gün geldi ve güvercin adımlarıyla kaçtım kitabıma. Yazar “kelebek bilimci” olduğu için peşine düşmediğimiz kelebek, güve ya da tırtıl kalmadı. Tozlanmış kitapların arasında kurumuş bir hayal olduk bazen, bazen kayıp bir kuş tüyünün silik izi. Cırcır böceği bulunduğu karanlıklarda sinsi fikirlere dalmış gibi ara ara susarak devam ediyor, sustuğunda kaçtığım ev-kitapla birlikte kulak kesiliyoruz; “bir şey mi oldu yoksa bir şeyler mi döndürülmek isteniyor?” soruları birbirimizi kolladığımız güzel zamanın camlarını tıklatıyor. Cırcır böceği devam ediyor enstrüman çalmaya, kaçtığım kitapla ayrılmak istemiyoruz birbirimizden ama ayrılmasak, yalnız kalabilmeyi başarmasak, bir daha kavuşamayacağız. Satürn’ün kızılca ve çılgınca parladığı bu gecede kalbi ve aklı ışıklar içinde olanlara şans diliyor ve Poplavski’nin şu dizesiyle ayrılıyoruz:
“Haydi uyu, ah Morella
ne korkunçtur bir kartal gibi yaşamak.”