Bu seçim işleri bizi bozuyor. Çok bozuyor hem de. Bir acayip oluyoruz, çıtalar aşağı çekiliyor, kırmızı çizgiler soluk pembeye doğru evriliyor, herkes kendini unutup bir başkası gibi konuşmaya başlıyor…
En çok da ekonomi alanında. Tuhaf sözler kaplıyor ortalığı. Benim özel olarak ‘taktığım’ bölüm de burası. Eskiden bir ara Alınteri dergisinde “Kitle İmha Kavramları” diye bir bölüm vardı, pek hoştu, takip ederdim ben.
Hakikaten öyle ama durum. Kendisini ‘solcu’ olarak tanımlayan birçok iktisatçının bu süreçte ‘faizler’ konusunda söyledikleri çok ilginçti mesela. Erdoğan’ın politikalarını ve enflasyonun yükselişini eleştirirken ‘düşük faiz – yüksek faiz’ üzerinden yürütülen tartışmalar çarpıcıydı. Nebati’nin ‘heteredoks iktisat’ üzerine laf cambazlıklarına laf yetiştirenlerin ‘ortodoks iktisat politikalarına dönüş’ içerikli cümleler kurması ama bu ‘ortodoks’ politikaların halka ve yoksullara olan yararının bir türlü tanımlanamaması, faizle enflasyon arasındaki ‘sebep-sonuç’ ilişkisinde herkesin iki seçeneğe kilitlenmesi, “kapitalizm sebep yoksulluk sonuçtur” gibi önermelerin ise artık ‘arkaik’ bulunması… Daha bir sürü şey.
En çarpıcısı ise, Merkez Bankası’nın (ve aslında bütün diğer ekonomik üst kurulların) ‘bağımsızlığı’ üzerine yapılan goygoydu. Merkez Bankası’nın neden bağımsız olması gerektiği ve bunun yararı üzerine ciddi bir açıklamaya doğrusu ben rastlayamadım şimdiye kadar.
Daha doğrusu rastladım. Biraz geriye giden herkes rastlayabilir aslında. Merkez Bankası ve diğer üst kurumların (enerji, tarım, gıda…) ‘bağımsızlığı’ meselesi, ‘küreselleşme’nin, neoliberalizmin inşa edildiği yılların yıldız kavramlarıdır ve istisnasız tümü emperyalist politikaların doğrudan ifadeleridir. Mantığı da çok basittir aslında. Küresel kapitalizmin derdi, tek tek ülkelerdeki ‘bağımsızlıkçı’ ya da öyle olmasa bile bir şekilde sorun çıkarabilecek siyasi güçlerin bütün bu kurumlar üzerindeki egemenliğini zayıflatıp, sistemin (kim gelirse gelsin işleyecek biçimde) uluslararası kumar masasının kurallarından kopmamasını sağlamaktı. Uluslararası para sisteminin dalgalarına bağlı bir para piyasası, en temel sektörlerin üretim/fiyat ilişkilerini doğrudan çokuluslu şirketlere bağlayan ‘üst kurullar’ bu politikanın olmazsa olmazıydı.
Ancak bu aslında uygulanamaz bir şeydi de. Seçimlere partiler girer çünkü, Merkez Bankası değil! Ekmeğin fiyatı yükseldiğinde insanlar Merkez Bankası başkanına sövmez. Ülke ekonomisini yönetmek için seçime giren ve iktidar olan siyasi irade, kendini iktidarda tutmak için dünyanın her yerinde ekonomiye, para siyasetine ilişkin mekanizmaları yönetir, kontrolünde tutar. Esasen eşyanın tabiatına uygun olan da budur. Sorun şurada ki, günümüzün küresel kapitalist dünyasında -o dünya ile bütün bağlarınızı kesip bambaşka bir yola girmemişseniz eğer- bu mekanizmaları isteseniz de siz yönetemezsiniz. Milyonlarca grift ilişkiyle bağlandığınız sistem sizi bir şekilde kontrol eder. Dolayısıyla Erdoğan’ın yaptığı şey de anti-emperyalizm filan değil, karmaşık yoldan yürütülen, hamasetle yüklü bir riyakârlıktır. Altı ayda bir değiştirilen bakanlar, banka başkanları, Erdoğan’ın ‘kafasına göre takıldığını’ değil, verili koşullar içinde ve şantaja müsait bir coğrafyada bir yandan yerel bir despot olarak kendini dayatırken; bir yandan da bataklıkta çırpınıp durduğunu gösterir.
Kaldı ki aynı Erdoğan, bütün o bıçkın çıkışlarına karşın, iktidarı boyunca IMF ve Dünya Bankası’nın politikalarından bir milim bile şaşmış değildir. İnanmayan gidip Uruguay Roundu’ndan bugüne IMF’nin bizim gibi ülkelere dikte ettiği politikaların listesine (özelleştirmeler, kamu kurumlarının çökertilmesi, sağlığın eğitimin ticarileştirilmesi, emeklilik dahil bütün güvencelerin zayıflatılması…) bakar ve son 21 yılda yapılanlarla karşılaştırır. Bütün bu politikaların, Somozist bir aile çetesi tarzıyla ve dini kullanarak uygulanması, AKP’nin sürece kattığı ekstra unsurlardır ama meselenin özü yine de değişmez.
Sonuçta, ekonomik kurulların ‘bağımsızlığı’ meselesi, karmaşık bir meseledir ve bugünkü durumun riyakârlığının karşısında söz söylerken, MB dahil her şey siyasi iradeden bağımsız olsun, dolayısıyla ülke ekonomisi ve para sistemi küresel piyasalar tarafından yönetilsin demek de solculuktan başka her şeydir! Ülkesini uluslararası tefeci sistemden kurtarmayı, dolayısıyla bütün ekonomik mekanizmalara halkın iradesinin egemen olmasını vaat etmeyen biri kendisine nasıl ‘halkçı’ ve ‘solcu’ diyebilir ki?
Neyse, kimsenin keyfini kaçırmayalım, şimdilerde pek umutlu herkes, öyle görünüyor. Düzen muhalefeti de ne diyeceğini kestiremiyor ve kulağının üstüne yatmış durumda “ekonominin Yenikapı’sında” hizaya girmek için bekliyor. İktisat dünyasında ise iyimser beklentiler hakim. Ama bana sorarsanız Şimşek modelinden beklentileri yüksek olanların bilmediği iki şey var: Birincisi Erdoğan’ı tanımıyorlar. İkincisi, bu ekibin ve tüm kabinenin nasıl bir ezikler toplamı olduğunun farkında değiller. Ezikler arası yarışma yapılsa birinciliği kimseye kaptırmayacak olan Şimşek, yarın işler sarpa sardığında kapının önüne konulursa, o yine sevgili reisinin dizinin dibinde melerken bunları yeniden hatırlayacağız mutlaka. Hayırlısı olsun. Yaşayıp göreceğiz.
***
Eskiden, gençlik zamanlarımda aramızda tartışırken, “La oğlum, biz devrim yaparız ama memleketi yönetemeyiz, ekonomiden anlayan birini bulur veririz ona” derdik. Yok vallahi! Bunca şeyden sonra artık inandım ve iman ettim ki, bir ülkenin ekonomisi, -en solcuları da dahil- iktisatçılara emanet edilemeyecek kadar mühim bir şeymiş meğer.