Lüksemburg’da gerçekleştirilen AB İçişleri Bakanları Zirvesi beklenildiği gibi Avrupa’nın etrafına ördüğü gerçek ve görünmez duvarları yükselten kararları aldı. Zaten mülteciliğe itilen insanların son derece zor koşullar altında aşabildiği bu duvarlar artık aşılamaz duruma geldi. Dahası mülteci başvurusu yapmak dahi toplama kamplarına tıkılmak için yeterli olacak. Ancak her mülteci için geçerli olan kurallar Ukraynalı mülteciler için geçerli sayılmayacak. Ne de olsa “kahraman Ukraynalılar Batı için savaşıyorlar”. Avrupa kamuoyundan yükselen itirazlar ise son derece cılız ve kararların geri alınmasını sağlayabilecek güçte değil. Yeşiller partisinin tabanından yapılan “sert” itirazların kısa zamanda “ama hükümette daha iyi şeyler yapabiliriz” gerekçesiyle sönümleneceğini şimdiden öngörebiliriz.
On yıllardır mülteciliğe yol açan sebeplerle değil mültecilerle mücadele eden Avrupa ülkeleri zirvede alınan kararla Avrupa kalesini yoksul kitlelerin ulaşamayacağı bir seviyeye yükseltecekler. Şimdiye kadar sınırlarını askeri ve polisiye tedbirler, en yeni teknolojik gereçler ve sert idari yöntemlerle koruyan AB, bundan itibaren sığınma hakkını da fiilen kaldırmış olacak. Sanki şimdiye kadar mülteciler herhangi bir engelle karşılaşmadan Avrupa’ya gelebiliyormuş, Akdeniz göçmen ve mülteci mezarlığına dönüşmemiş gibi, “mülteci akınlarına karşı korumasızız”, “illegal göçmenler durdurulmalıdır” benzeri laf ebeliğiyle burjuva demokrasilerinin en temel ilkeleri çöpe atılmaktadır.
Belirli bir yumuşama ile Avrupa Parlamentosu’nun da onayını alması beklenen kararla sadece AB’nin sınır ülkelerinde değil, AB’ne komşu olan ülkelerde de toplama kampları ve sığınmacı hapishaneleri kurulacak. Cezayir, Libya ve Tunus ile Afrika’dan gelen mültecilere Akdeniz yolu kapatılırken, Türkiye ile Orta Doğu ve Asya’dan Avrupa’ya ulaşım yolları kapatılacak. Avrupa kalesinin duvarları yükseltilirken, komşu coğrafyalar mayınlı tampon bölgeler hâline getirilecekler. Bunun içinse dikta rejimleri ile olan ilişkiler genişletilecek, yapılan yardımlar (!) ve verilen destekler artırılacak. Ve böylelikle korku toplumuna dönüşmüş olan Avrupa burjuva toplumlarının dikkati ekonomik sorunların gerçek nedenlerinin üzerinden çekilebilecek.
Günah Keçisi siyasetini uygulamakta ustalaşmış olan emperyalist güçlere Yeşiller partisi tabanından veya sol liberal kesimlerden geldiği gibi, “ama siz popülizm yapıyorsunuz” türünden eleştirileri yöneltmek hiçbir işe yaramayacak. Çünkü Avrupalı emperyalistlerin çatı örgütü AB’nin demokrasi, insan hakları, barış gibi bir derdi yok. Bir tarafta AB dışındaki ülkelerde nitelikli iş gücü arayan, Avrupa’da çalışmaları için koşulları hafifleten hükümetler, diğer taraftan da yoksul kitlelerin Avrupa’ya gelişinin önüne set çekiyorlar. Bu son derece rasyonel bir karar, çünkü söz konusu olan uygulanan neoliberal politikaların, yayılmacı militarizmin ve sermaye çıkarlarının korunmasının olanaklı olan en az toplumsal tepkiye yol açmasının sağlanmasıdır. Çünkü söz konusu olan Avrupa’yı “dünyanın lanetlilerinden” koruyan yeni sömürgecilik için olanaklı olan en geniş toplumsal rızayı üretebilmektir.
Almanya’da ırkçı-faşist AfD partisinin yüzde 18’leri aşan oy desteğine sahip olmasının göçmen ve mülteci düşmanlığının yaygınlaştığını ve tüm Avrupa’da olduğu gibi, Almanya’da da faşizm tehlikesini artırdığını gösterdiğini düşünenler esas itibariyle yanılmıyorlar. Yanıldıkları nokta, Avrupa’daki egemen sınıfların hâlihazırda faşizme gerek görmedikleridir. AfD gibi partiler egemen siyasetin yedek gücü olarak hazır bekletilmektedirler. Ancak toplumsal güç dengelerinin bu denli sermaye lehine geliştiği günümüzde, 1973’te Şili’de veya 1980’de Türkiye’de olduğu gibi, neoliberal uygulamaları askeri şiddetle yürürlüğe sokmaya ihtiyaçları yok. Hayli “demokratik” biçimde burjuva demokrasilerinin en temel ilkelerini, hak ve özgürlükleri kolaylıkla rafa kaldırabiliyor, iktisat savaşları ile rakiplerini dize getirmeye çalışıyor ve dikta rejimlerine istedikleri gibi destek verebiliyorlar. Yerli halklar asıl düşmanın kendi ülkelerinde olduğunu, göçmen ve mültecileri savunmanın kendi çıkarlarını savunmak anlamına geldiğini ve kale duvarlarının kendilerinin hapsedildikleri hücrelerin duvarları olduğunu görmedikleri müddetçe bunu yapmaya devam edebileceklerdir.