Ben kendi kendime “HDP seçimden başarıyla mı çıktı, yoksa başarısızlıkla mı çıktı?” diye hiçbir zaman sormadım. Hep şöyle sordum: “Bu parti nasıl oldu da hala seçimlere katılabildi?”
Böyle düşünmemin nedeni kendi yaşadığım siyasi tecrübedir. 1962 yılında üniversiteye başladım. Ya o yılın sonunda ya da bir sonraki yılın başında, o zamanlar işçi yatağı olan Zeytinburnu ilçesine üye oldum. Yanılmıyorsam ilk defa 64 yılında yapılan yerel seçimlerde çalıştım. Yaklaşık 200 üyemiz vardı ve biz seçimde üye sayımızdan az oy aldık. Seçimler seçimleri izledi. TİP Parlamento’ya 15 vekille girdi. Sonraki seçimde oyunu biraz arttırdı ama “milli bakiye” sistemi kaldırıldığı için, yanılmıyorsam bu defa sadece iki vekillik kazandık. Nisbi bir demokrasi vardı ve parti ayaktaydı. Sonra içi karıştı. Milli Demokratik Devrimciler ve Sosyalist Devrimciler diye bölündü. Ama daha büyük bölünme Varşova Paktı devletlerinin Çekoslovakya’yı işgaliyle gerçekleşti. Aybar ve arkadaşları ile Boran ve arkadaşları ayrıştı. Derken 12 Mart geldi çattı. Parti kapatıldı.
Sonrası hazindir. TİP ikinci defa kurulduğunda artık çok küçük bir partiydi. 12 Eylül’de yeniden kapatıldı. Son bir hamle ile TKP ve TİP birleşip TBKP olarak yola devam etmek istediysek de, bu hamle de başarısızlıkla sonuçlandı. Bugün artık TİP adında bir parti varsa da gerçekte 60’ların TİP’iyle onun hiçbir ilgisi yok. Yani TİP yok.
Tarihi TKP’nin de, Devrimci Yol’un da, Devrimci Sol’un da, TDKP’nin de, TİKKO’nun da, Kurtuluş’un da devamcıları var. Ama 12 Eylül öncesinde yüzbinlerle sayılan bu örgütler bugün partiden çok birer grup niteliğinde. TİP baskıya on bir yıl dayandı, diğerleri (onların başlangıcını 1968 sayarsak) 12 Eylül’e kadar toplam on üç yıl güçlerini koruyabildi. Bir de HDP geleneğinin yaşına bakın.
Ben de HDP’ye bakıyorum. Onun da içini karıştırmayı çok istediler. Yapamadılar. Defalarca kapatıldı. Yok olmadı. Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ, pek çok vekil ve Belediye Eşbaşkanları, binlerce üyesi hapsedildi. Sayısını bilmediğim kadar parti üyesi ve sempatizanı katledildi. Hala yaşıyor. Ve faşizm şartlarında Kürt halkını TBMM’de ama çok, ama az temsil ediyor.
İşte o nedenle hep başta belirttiğim soruyu soruyorum: Bu nasıl oluyor?
Eğer bu sorunun cevabını bulursak, şimdi ifade edilen “seçim taktikleri” ile ilgili hataların da asıl kaynağına ulaşırız.
Kürt özgürlük hareketi üç alanda varlığını sürdürüyor: Dağda, ovada ve parlamentoda…Bunların ilk ikisi stratejiktir, sonuncusu bu iki alandaki mücadelenin, şimdilik (gerçek bir demokrasi gerçekleşene kadar) taktik ürünüdür. Kürt halkı bu üç alandaki hareketlerin başında kim bulunursa bulunsun, Öcalan’ı koşulsuz “önderlik” olarak benimsemiştir. Onun “demokratik cumhuriyet, demokratik ulus, demokratik özerklik, konfederalizm, cinsiyet özgürlükçü, ekolojik, komünal sosyalizm programı” Kürdistan halkının kesin onayını almıştır.
Bu program ister dağda olsun, ister ovada ya da parlamentoda olsun, Kürt özgürlük hareketinin bütünü için biricik programdır. Kürt özgürlük hareketinin legal örgütleri ile illegal örgütleri arasındaki biricik fark, legal hareketin “silahsız”, illegal hareketin ise “silahlı” oluşundan ibarettir. Bu iki tür hareketin arasında “organik bağ” olmadığını söylemek bile anlamsızdır. Böyle bir “organik bağ” olsaydı, malum, “Türk polisi yakalardı.” Farklı yöntemlerle mücadele eden sayısız örgütün arasındaki bağ, Öcalan’ın manevi ve ideolojik saygınlığı sayesinde kendiliğinden kurulmaktadır. İmralı tecridinin amacı da bu birleştirici bağı kopartmaktır.
Bugünkü faşist rejimde bile “Apocu legal parti”nin önünde hiçbir hukuki engel yoktur. Öcalan böyle bir legalite için bütün düşünsel temelleri hazırlamıştır. Devletin “Vatanı ve milleti bölme” suçunu işlevsiz kılmıştır. Bunu da şu teorik arka planı olan kavramlarla gerçekleştirmiştir: Birincisi “Ortak Vatan”dır. İkincisi “Demokratik Ulus”tur. Üçüncüsü “Türkiyelilik temelindeki Parti”dir.
İşte amansız baskılara rağmen Kürt özgürlük hareketinin legal partilerinin kesintisiz varoluşu bu bütünsel çizgi sayesinde gerçekleşmiştir.
O halde kendimize soralım: Acaba biz bu çizgiyi yeterince açık izlemekte tereddüt etmedik mi? Ya da “ittifak” adına bu çizgiyi “ortalamacı” kaygılarla silikleştirmedik mi?
“Türkiyelileşme” ve “ittifaklar” adına, yalnız Türkiyelileşmeyi değil, Ortadoğululaşmayı ve dünyalaşmayı hedefleyen bu çizgiyi yeteri açıklıkta izlemekteki ideolojik zayıflık, özellikle İmralı tecridi şartlarında bize büyük zararlar verdi. Sonuçta bu çizgiyi inşa eden Önder, büyük ölçüde mitinglerde bir “sloganın” konusu oldu.
Düşünün; nerede olursa olsun, ister dağda ve ovada, ister parlamentoda olsun bu bütünsel mücadelede legal ve parlamenter mücadelenin aşırı derecede öne çıkması (seçimlerle faşizme son verme gibi beklentiler), bir de üstelik bu mücadelenin saflarındaki ideolojik bulanıklık HDP’nin varolma şartlarını yıpratmaya başladı. Parti “Türkiyelileşme ile yeniden Kürdileşme” ikileminde bocalar oldu.
Oysa “Türkiyelileşme” sürecinin öncüsü Kürt halkıdır ve Kürt halkının içinde ne kadar örgütleysen o kadar Türkiyelileşebilirsin, ne kadar ondan uzaklaşırsan o kadar Türkiyelileşmeden uzaklaşırsın. Şu seçim bile Türk muhalefetine Kürt halkının en kararlı anti-faşist güç olduğunu göstermiştir.
Öcalan’sız Türkiyelileşme “asimilasyona” yani “Türkleşmeye” götürür. Öcalan’sız Kürdileşme ise Barzanici ihanetin kapılarını açar.
Kısaca ideolojik berraklık başarının anahtarıdır.