Günümüz orta sınıf bireyinin mücadele edecek zamanı yoktur, o spor salonlarına, ev temizliğine, bireysel gelişim kurslarına, yogaya vb o kadar şeye borçlanmıştır ki mücadele edecek zamanı yoktur. Bu borçlanma stratejisi ile toplumdan yalıtık olarak inşa ettiği özel alanına şimdilik eşi-çocuğu dışında kimseyi yaklaştırmamaktadır
Ramazan Polat
İnsanın hayatını idame ettirirken mantıklı seçimler yapmadığını en fazla Dostoyevski’nin karakterlerinden öğreniyoruz. Onun büyüklüğü ve gizemi belki de bireyin ruhunda ve zihninin kıvrımlarında gizli gizli dolaşan ve bireyi yönlendiren ahmaklığı yüzeye çıkarmasındadır. İvanoviç’in Polina’nın aşkı uğruna kendini düşürdüğü durum ne kadar mantık dışı ama bir o kadar da gerçektir. Herkes kumar batağında debelenirken bilgeliği temsil edecek diye umduğumuz büyük anne bile bu mantıksızlık girdabına zevkle atlayıverir. Gerçekten savaşlar, ekolojik, ekonomik krizlerin sebebi olarak tanımladığımız ve onunla yaşamanın çok mantıklı olmadığı ortada olan kapitalizmden kopmak istiyor muyuz? Dostoyevski’nin kumarbazları gibi bu mantıksızlık girdabına bizi çeken nedir acaba?
Amerika’da Galaudet Üniversitesi’nde okuyan sağır bir öğrenciye duyabilmek ve konuşabilmek için implant kullanmayı düşünüp düşünmediği sorulur. Öğrencinin cevabı şöyledir: “Bu yaşamımı kolaylaştırır mıydı? Elbette yalan söylemeyeceğim, kolaylaştırırdı. Fakat duyabilip konuşabilirsem bir daha sağır olamam. Bu demek olur ki kimliğim yok olur. Ve ben tamamen farklı bir kişi olurum ve bunu istemiyorum.” Yukardaki pasajdan sonra Bhikku Parekh sağır bireyin uzun süre “sağır kimliğini” idame ettirdiği, o koşullara göre toplumsal ilişkilerde maddi ve manevi paylaşımlarda bulunduğu için o kimlikten kopmanın zorluğuna işaret eder.
Dünya çok uzun süredir – alternatifi olma iddiasında bulunan sosyalist devrimci iddiaların güçsüzlüğünden kaynaklı- kapitalizmin nerdeyse tek başına at koşturduğu bir mekan iken bu mekan ve zaman koşullarına uzun süre maruz kalarak idame ettirilen bir kimlik söz konusu: Orta sınıf kimliği, “Tarihin Sonu” aynı zamanda proleter kimliğin de sonudur. Kapitalist modernite bu zaman boyunca işçi sınıfına aslında orta sınıf olduğu yanılsamasını kabul ettirmeye çalıştı. Maddi olarak o sınıfta yer almasa da köylülük ve işçi sınıfının ne kadar orta sınıf kimliği ve kültürü ile iç içe geçtiği ancak sosyolojik araştırmalarla açığa çıkarılabilir. İşçi sınıfının değişen koşullarda kimlerden oluştuğu avukatların, beyaz yakalıların vb. yeni işçi sınıfı içinde olup olmadığı tartışmaları çokça yapılırken ıskaladığımız esas tartışma bu yeni koşullarda ikame ettirilen orta sınıf kimliğinin deşifrasyonu vesilesiyle toplumun siyaset, hukuk, emek alanındaki çalışmalarına ve bir bütün işçi sınıfına ne kadar sirayet ettiğinin tespitidir.
Gerçekten hem dünya örneğinde (Yunanistan, Şili vb ülkelerde iktidara gelip başarısızlığa uğrayan sol) hem de ülkedeki politik gelişmeler bu orta sınıf karakterinin açığa çıkarılıp toplumun hücrelerinden silinmeden kapitalizme alternatif olma iddialarının başarısızlıkla sonuçlanacağını göstermektedir. Bu deşifrasyonla birlikte ağızlara pelesenk olmuş “sınıf siyaseti” söylemlerinin sahiplerinin birçoğunun aslında ne kadar orta sınıf siyaseti yaptığı açığa çıkacaktır. Bu tartışmanın çok uzun soluklu ve çok boyutlu yürütülmesi gerektiği açıktır. Bu tartışmanın bu yazının gücü ve sınırlarını çok çok aştığı aşikar olduğundan yazının muradı ve işlevi çocukların bayram eğlencesi “çap pat” sesi gibi bir gürültü çıkarmaktır. Bu hesaplaşma sürecinin toplumsal, örgütsel olduğundan daha fazla bireysel olarak yapılması elzemdir. Orta sınıfın ideolojisi, politikası hakkında belli tartışmalar yürütülse de orta sınıfın “bireyi” hakkında tartışmaları ve tanımlamaları daha da derinleştirmek gerekir.
Çokça tekrarlanan ve uyguladığımız modern bir nasihattir “bir kredi çekip borçlanın ki akrabalarınız ve arkadaşlarınız sizden borç istemesin.” Ev almak, araba almak için daha sonra ev, araba değiştirmek için sürekli borçlanan orta sınıfın kendini toplumdan izole etme başarısı takdire şayandır. Bu borçlanma stratejisinin yaşamın her alanına yayılarak mücadeleye karşı da kullanıldığı kısa gözlemlerden kaçmayacaktır. Günümüz orta sınıf bireyinin mücadele edecek zamanı yoktur, o spor salonlarına, ev temizliğine, bireysel gelişim kurslarına, yogaya vb o kadar şeye borçlanmıştır ki mücadele edecek zamanı yoktur. Bu borçlanma stratejisi ile toplumdan yalıtık olarak inşa ettiği özel alanına şimdilik eşi-çocuğu dışında kimseyi yaklaştırmamaktadır. Bu özel alanı toplumsal denetime kapatmakta, özellikle aile içinde kadın-erkek ilişkilerini ve çocukla olan ilişkiyi sorgulanamaz kılmaktadır. Eşini aldatması toplumu ilgilendirmez çünkü bu onun özel yaşamıdır.
Orta sınıfın örgütlü toplumsal mücadele ile dünyayı güzelleştireceğimize olan inancı neredeyse sıfırdır. O dünyayı çocuğunun kurtaracağına inanmaktadır. Toplumsal mücadelenin değil çocuğunun kapitalist eğitim sisteminin çarkları arasından yükselerek sorunları çözeceğini düşündüğünden çocuğunu toplumsal mücadeleden özellikle uzakta yetiştirmek istemektedir. Onun çocuğu hiçbir çağda olmadığı kadar diğer çocuklardan farklılaşmıştır. Çünkü onun çocuğu çok özeldir. Kendi çocuğuna on isterken diğer çocuklara bir istemektedir. Amerika’da master yapan çocuklarından duyulan kasıntılı böbürlenmeler dolaşmaktadır orta sınıf sohbetlerinde.
Sistemle olan uzlaşmasını daha çok mücadele beğenmeyerek yapmaktadır orta sınıf. Açığa çıkan direnişlerin direk karşısında olmadan onu boşa düşürmenin yollarını yaratmıştır. Ona göre bu mücadele tarzı “hiç mantıklı olmadığından” daha fazla zarar verecektir. Bu mücadele tarzı akıllıca değildir. Daha akıllıca hareket etmek gerekir. Koşullar mücadele için uygun değildir, uygun olana kadar beklemek en mantıklısıdır. Gerçekten günümüz orta sınıfı bireyi akılla ve mantıkla mı hareket etmektedir? Deleuze “Dostoyevski kahramanları genel olarak, çok tedirgin, hareketli ve acelecidirler. Kahraman evinden çıkar, sokağa iner ve şöyle der: “Sevdiğim kız, Tanya, başı belada, yardım istiyor. Yardımıma ihtiyacı var, yoksa ölecek.” Ve kahramanımız merdivenleri aceleyle iner ve aniden köşe başında bir arkadaşla ya da ezilmiş bir köpekle karşılaşır ve unutur. her şeyi toptan unutuverir; Tanya’nın ölmekte olduğunu, onu beklediğini, yardıma ihtiyacı olduğunu… unutur. Sonra başka bir arkadaşıyla karşılaşır, onunla çay içmeye gider ve aniden, yine şöyle der: “Beni bekliyor Tanya, gitmeliyim.” […] Dostoyevski kahramanları hep bir aciliyet haline yakalanmış durumdadırlar, hep ölüm kalım sorunlarıyla karşı karşıya kalırlar.
Ama bilirler ki daha da acil olan bir sorun vardır. Ama bu sorun nedir? İşte onu bilmezler” der. Gerçekten kumarbazda İvanoviç Polina’nın 50 bin frank (25 bin florin) borcu için, bir ölüm kalım meselesini çözmesi gerekiyorcasına hiddetlenip kendisini odasında 1 saat beklemesini söyleyerek kumarhaneye gider. Uzun süreler sonunda ilk girdiği kumarhanede 30 bin florin kazanır. Aslında bu para Polina’nın borcunu karşılamaya yeterlidir. Fakat oynamak için başka bir kumarhaneye daha gider ve oynamaya devam eder. Dostoyevski’nin karakterleri neyin öncelikli olduğuna karar veremezler ve hep bir koşuşturma içindedirler. Deleuze işte bunun budalalık olduğunu söyler. Türkçede budala, alık, ahmak, bön gibi kelimelerle aynı anlamda kullanılmaktadır. Günümüz orta sınıf bireyi de kapitalist modernite tarafından sürekli bombardımana maruz kaldığından alıklaşmış gibidir. Hayatı hep yoğundur, sürekli bir yerlere yetişmek zorundadır ama neye öncelik vermelidir?
Günün sonunda dostlarına, arkadaşlarına hatta çocuğuna hiç zaman ayıramadığını fark eder. Bunun yanında bu koşuşturmalar onu tatmin de etmez, çünkü o daha önemli daha öncelikli bir şey olduğunu hisseder fakat gün içinde onu bulamaz. Şehirlerin yıkıldığı bir savaşın ortasında kalmıştır, hayatı tehlikededir ama çocuğuna okuldan geri kalmaması için ödev yaptırmaya çalışmaktadır. Peki kendi bu halde iken neden toplumu mantıklı davranmaya davet etmektedir? Onun mantıklı olmayı belirleyecek mantığı ve kudreti var mıdır? Tekrar ilk soruya dönecek olursak, kapitalizmden kopmak istiyor muyuz? Bizce çok uzun bir süredir sağır olarak yaşadığımız için duymanın ve konuşabilmenin vereceği korkuyu çok ağır hissetmemize rağmen istiyoruz. Fakat bu alıklıktan, bu budalalıktan kurtulmak şart. O halde süzgeçten geçmiş yaşam bağırışlarımızla, kapitalist modernitenin dayattığı yaşam duvarlarını parçalamaya başlamak lazım.