Beş gün sonra gözlerimizi, verdiğimiz ya da vermediğimiz oylarla, oluşturulmuş olmasına katkıda bulunduğumuz bir Türkiye tablosunun içinde açacağız.
Her ne kadar teorik olarak ikinci turda her şey sıfırdan başlayacak olsa da, Erdoğan’ın birinci turda “ıslak imzalı tutanaklar” toplamında kendi hanesine daha çok oy yazdırmayı “becermiş” olduğunu aklımızdan çıkarmıyoruz. İkinci tur, birinci turun tıpkı basımı olarak tamamlandığı takdirde geçmiş olsun! O, bir kez daha ve bu kez, modern Türkiye tarihinin en sağcı koalisyonunun başında iktidara el koymuş olacak.
Ancak bu sonucun kaçınılmazlığına vehmedenler arasında, geleceğin bir teselli armağanıyla birlikte tecelli edeceğini müjdeleyenler de var. Bunlardan biri, bu yargıya varırken kampanya konuşmaları sırasında “Erdoğan’ın gözlerini, mimiklerini ve tavırlarını dikkatle incele[diğini]” ve şahsın “ […] yeni dönemde daha yumuşak bir liderlik pozisyonuna geçeceği” izlenimi edin[diğini]” söylüyor. Sosyal bilimlere yepyeni bir katkı hakikaten, “mimik izleme” yoluyla siyasal yön tayini. Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati’nin “Neo klasik ekonomi düşüncesinden epistemolojik bir kopuşu temsil eden heterodoks yaklaşımı”nın siyaset bilimine uygulanmasından doğmuş görünen bu kehanete bir “nöro sosyoloji”ye dayandırmadan varılmazdı elbette.
Ancak, Nebati’nin ekonomide düştüğü durumdan toplumbilimde kaçınacaksak, aklımıza sahip çıkmak ve “neoklasik maddecilik”e çıpalamak en iyisi. Çünkü, ekonominin demirden yasalarının öngörmemize izin verdiği tek hakikat 29 Mayıs’ta, Erdoğan’ın hiçbir yumuşaklığı aklından bile geçirmesine bile izin vermeyecek olan iflas etmiş Türkiye’de gözlerimizi açacak olmamız.
Daha çok söze gerek yok: Birkaç haftadır, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın döviz stoklarının eksi 70 milyar dolara dayandığı, altın stoklarının önceki altı ay içinde yarıya indiği, bankaların mudilerine dövizle tediye yapamaz olduğu, kredi kartlarının nakit çekime kapandığı bir Türkiye’de yaşıyoruz.
Erdoğan, kazandığı takdirde, 29 Mayıs’tan başlayarak iflas etmiş bir devletin başkanı olarak yapması gerekenlerin hepsini birden yapmak zorunda. Egemen ekonomik ve mali düzende bu muazzam finansal açığın kapatılmasının son bir yılda, bütçede karşılığı olmaksızın dağıtılmış olan ücret zamları, ikramiyeler, emekli maaşları ve asgari ücret artışlarının bir an önce hanelerden geri çekilmesi, delice bir telaşla halkın ekmeğine aşına saldırılmasından başka bir yolu yok.
Erdoğan kendisine oy vermiş olsun olmasın, toplumun tüm çalışan ve üreten kesimlerini, yani hazinenin asli gelir kaynağını çiğ çiğ yolup, avaz avaz bağırtmaya, seslerinin işitilmemesi için de gırtlaklarına basmaya başlayacaktır. Askeri-sınai komplekse, yani merkezinde damadın ve kayınpederin durduğu savaş sermayesi odağına para pompalanması, o Bayraktar SİHA’larının TSK envanterine doldurulması, “beşli çete”ye ballı kamu ihalelerinin aktarılması, ihracata yönelik üretimin yandaşların kasalarını doldurması için karların döviz cinsinden sağlanması ücretlerin değersizleştirilmiş TL cinsinden ödenmesi gerekiyor. Sarayın kendi kendine para ödemesi gerekiyor. Dört maaşa bağladığı bürokratlara aktarılacak paranın hazineye akması gerekiyor. Bunun tek kaynağı var: Halkın çalışması, emek gücüyle yaratılan zenginlik! Dolayısıyla, müstakbel Erdoğan rejiminin, öncekinden farklı olarak “yumuşamak” bir yana, herhangi bir itirazı protestoyu, grev girişimini hak aramayı, “vatana ihanet”le eşdeğer bir suç hâline getirerek halkın gırtlağına çökeceğinden emin olabilirsiniz. İflas etmiş bir devlet kimseye şefkat gösteremez. “Yumuşaması”nın hiçbir rasyoneli yoktur. Bütün bu nedenlerle, 29 Mayıs’ta Erdoğan’ın karşısındaki seçeneği güçlendirmek, her tür muhalefetin parlamenter güç dizilişi bağlamında düzlemde takınabileceği tek rasyonel tutumdur.
Birinci tur sonrasında ortaya çıkan güç dağılımının Tayyip Erdoğan karşısındaki Kılıçdaroğlu seçeneğinin iktidarı elde ederek “tek adam” rejimini tasfiye hedefine ulaşabilmek için Ümit Özdağ gibi bir faşist ile ortaklık kurmak zorunda kalacak olmasının ve Özdağ’ın Kılıçdaroğlu’yla mutabakatının 4. Maddesine sokuşturduğu yerel yönetimlere “kayyım olmayan kayyım” tayin edebilme dayatmasının kendisini fasulye gibi nimetten saymasından başka hiçbir hükmü yoktur. Bu, Üçüncü Kutbun ikinci turdaki tutumunu kategorik olarak değiştirmesini gerektirmez, ancak mutabakat protokolünün Yeşil Sol Parti tarafından sert bir eleştiriye tabi tutulması gereği apaçıktır.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci tura kalmasının dahi, esasen Üçüncü Kutbun 2018-19’dan bu yana faşist diktatörlüğün kurumsallaşmasına karşı takip ede geldiği ittifak siyasetinin ve taktik çizginin eseri olduğuna kuşku yok. Bu çizgi izlenmemiş olsa -Yeşil Sol Parti’nin kendi adayıyla gireceği Cumhurbaşkanlığı seçiminde elde edebileceği sonuç Milletvekili Genel Seçimlerinde elde ettiğinden daha yüksek olamayacağından- Cumhur İttifakı karşısında eşit güçte bir odak hiç gerçekleşmeyeceği gibi, seçimlerin birinci turda Cumhur İttifakı’nın zaferiyle bitmesinin bütün sorumluluğu da Üçüncü Kutbun sırtında olacaktı.
Cumhur İttifakı’nın yüzde 49,47 ile çıktığı Milletvekili Genel Seçimlerini ve yüzde 49,52 ile çıktığı Cumhurbaşkanlığı Seçimlerini, yüzde 50+1 ile bitirmeyeceğini seçimlerden önce hiç kimse iddia edemez ve bu bıçak sırtı riski üstlenemezdi. Bu sonuçların dahi ancak Yeşil Sol Parti’nin ortaya çıkardığı yeni güç dağılımının eseri olduğu aşikâr.
Yeşil Sol Parti ve “Emek ve Özgürlük İttifakı”, Millet İttifakı’nın kendi cephesini nasıl takviye ettiğinden bağımsız olarak enine boyuna düşünülmüş olan özgün taktiğine bağlı kaldığı takdirde, Kılıçdaroğlu ister kazansın ister kaybetsin, kendisi için bu taktiği izlemese eline geçecek olandan daha geniş bir manevra alanı elde etmiş ve en kötü senaryo kapsamında dahi 2025 yerel seçimlerini bir sıçrama tahtası olarak kullanma olanağını ele geçirmiş olacaktır.
HDP, Yeşil Sol, Emek ve Özgürlük İttifakı, bir bütün halinde Üçüncü Kutup Türkiye ve Kürdistan’ın durdurulamaz demokrasi dinamiği olarak toplumsal mücadelelerde, demokratik siyasette ve parlamento zemininde baş oyuncu rolünü koruyor. Halen Türkiye’nin üçüncü büyük siyasal gücü konumunu muhafaza ediyor. Seçimler ne sonuç verirse versin dayandığı maddi toplumsal zeminle, halk gücüyle birlikte nefes alıp verdikçe Üçüncü Kutbun kendi yolundan çıkarılması eşyanın doğasına aykırıdır. Bu mücadelede Napolyon’un düsturu yol gösterecektir: “On s’engage et puis on voit!” Yani önce bir savaşa girişir, sonrasına bakarız!
Üçüncü kutup mevcut güç dengesine bağlı olarak belirlediği oyun planına sadık kalacaktır.