İnsanlar çeşitli sosyal ilişkiler içerisinde tanımlanırlar.
Sınıfsal aidiyet, cinsiyet kimliği, ulusal kimlik, inanç kimliği gibi çok katmanlı ekonomik ve sosyal tabanlı aidiyetlerimiz vardır. Sosyolojide toplumu analiz etmek için en önemli kategori sınıftır yine de.
Sınıfsal aidiyet bizlere hiçbir katmanın vermediği analiz olanağını ve verileri sağlar. Çünkü bir toplum nihayetinde sınıflardan oluşur, bir toplum nihayetinde ekonomik ilişkiler için bir araya gelmek zorunda kalmış insanlar topluluğudur.
Dolayısıyla ekonomik faaliyetin merkezde olduğu bir inceleme alanında inceleme açısından bize en doğru verileri verecek olan sınıfsal aidiyetlerdir. Diğer bütün kimlikler bu ekonomik temel üzerine inşa olmuştur. Toplumun üretimi ve yeniden üretiminin dolaylı sonuçları olarak ortaya çıkmışlardır.
Sınıfa yönelik bu nesnel bakış açısı Marksist siyasetin de temelini oluşturur. İşçi sınıfının ayrı ve bağımsız bir siyasetinin temsil edilmesi fikri işçi sınıfının (ve elbette tüm ezilenlerin) ayrı ve bağımsız çıkarları olduğu gerçeğinden hareket eder.
Burada değinmemiz gereken şey elbette sınıf bilincidir. Sınıf bilinci insanların diğer bütün ideolojik dezenformasyonlardan arınarak ait oldukları sınıfın çıkarları çerçevesinde hareket etmelerine olanak sağlar. Ne var ki sınıf bilinci bir bireye otomatik olarak yüklenmez. Bir işçinin bir işçi olması onun siyasal pratiklerini doğrudan belirlemez.
Kendisini kuşatan egemen sınıf ideolojileri vardır örneğin. Milliyetçilik, mezhepçilik vb. ideolojiler gibi. Ya da tüm toplumun çıkarlarının ortaklaştığına dair daha genel ve gündelik düşünceler söz konusu olabilir. Aynı düşünüş biçimleri diğer bütün ezilme ilişkileri için geçerlidir. Halkın toplamı bu ideolojik saldırı altındadır.
Bu düşünüşü kıracak olan örgütlenmiş siyasal bilinçtir. Yani parti ve harekettir. Bu hareketin zayıf olduğu yerde kendiliğinden yeşerecek bilinç için beklentiye girmek doğrusu biraz saflık oluyor.
Bütün bunların başlıktaki depremle ilgisi nedir? Deprem sonrasında deprem bölgelerinde milyonlarca insanın kendi kaderine terk edilmeleri ve bu boşluğun toplumsal dayanışma ile doldurulmuş olmasının seçim sonuçlarına doğrudan yansıması beklentisi seçimlerin ardından yerini depremzedelere hakarete bıraktı.
Doğrusu eldeki veriler ne kadar güvenilir bilinmez, ancak görünüşe göre söz konusu yerlerde hilelere rağmen iktidar partisinin oy oranları genellikle düşmüş. Ama bizim hakaretçi toplamı bu düşüş tatmin etmemişe benziyor. En az kendileri kadar sert bir öfke ve kendi beklentileri kadar büyük bir düşüş beklemişlerdi. Olmayınca depremzedelerin ne nankörlükleri kaldı ne cahillikleri ne de bilinçsizlikleri…
Oysa giriş kısmında saydığımız gerçekler ile acı bir şekilde yüzleşmemiz için iyi bir fırsat bu tartışma.
Örgütlü, bilinçli, kitleler üzerinde hegemonya kuran (yardım kampanyaları bilinç sıçratmaz, hegemonya daha incelikli bir şeydir) güçlü bir hareketimiz yok ve bu hareketin yapması gerekeni bir doğa olayı olan depremin yapmasını beklemek siyasal körlüktür. Eğer deprem doğrudan ezilenlere bilinç taşıyacaksa ya da yıllara yayılan, kökleşmiş ve derinlere nüfuz etmiş AKP hükümranlığını birden silip atacaksa, siyasal öncülere ne hacet? Herkes dükkanını kapatsın.
Ezilmiş olmakla ezilenlerin bilincine sahip olmak arasında doğrudan bir bağ yok dostlar. O bağı kurmak ezilenlerin siyasetini yürütenlerin görevidir. Bizlerin görevidir. Öfkemizi depremzedelere değil, düzene karşı örgütleyelim. Hüsran yaşamamak için bir dost tavsiyesi.