Tahliye edileceği gün tekrar tutuklanan 30 yıllık tutsak Şadiye Manap, yaşadıklarını anlattı: 30 yıl zarfında binlerce hatta on binlerce kez anti-demokratik durumlara şahitlik ettim. Ama bu süreçteki keyiflilik düzeyi karşısında şaşkınım
Riha’da (Urfa) 1 Aralık 1992’de gözaltına alınan ve Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde (DGM) yargılanan Şadiye Manap’a, “örgüt üyesi olduğu” iddiasıyla müebbet hapis cezası verildi.
Tutuklandığında henüz 24 yaşında olan Manap, sırasıyla Riha, Midyad (Midyat) ve son olarak da Gebze Kadın Kapalı Cezaevi’nde kaldı.
Cezaevinde kaldığı süreçte sayısız işkenceye uğrayan manap, 30 yıllık tutukluluğun ardından 1 Aralık 2022’de sabah saatlerinde tahliye işlemlerinin ardından henüz cezaevinden çıkmadan, daha önce hakkında yürütülen 2020 tarihli bir soruşturma gerekçesiyle Kocaeli Emniyet Müdürlüğü tarafından gözaltına alındı.
Açılan soruşturma kapsamında daha önce ifadesi alınan Manap, emniyette üç gün tutuldu.
Daha sonra Kocaeli Cumhuriyet Başsavcılığı’nın, “Örgüt kurmak ve yönetmek” iddiasıyla Manap hakkında hazırladığı iddianame, Kocaeli 2’nci Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edildi.
10 Mayıs’ta Kocaeli 2’nci Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen ilk duruşmada savcı, Manap’ın “Örgüt üyeliği” ile cezalandırılmasını talep etti.
10 yıldır görmediği valiz, yazmadığı mektuplar, şiir ve şarkılar ile ördüğü çantalardan dahi “suç” üretilen Manap’ın tutukluluk haline devam kararı verildi. 1 Haziran’da ise karar duruşması görülecek.
Kocaeli 1 Nolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Ceza İnfaz Kurumu’nda tutulan Manap, JINNEWS’ten Marta Sömek’in sorularını yanıtladı.
Manap ile yapılan şöyleşinin tamamı şöyle:
- Öncelikle nerede doğdunuz ve kaç yaşındasınız? Ne zaman gözaltına alındığınız ve nerede tutuklandığınızı anlatabilir misiniz?
1968 Urfa Hilvan Barğaç (Xuşxuşik) köyü doğumluyum. Zemheri soğuğunun oldukça şiddetli olduğu bir gecede doğmuşum. Bizim oralarda bu yıla “Çok karlı yıl” derlerdi. Dolayısıyla yıl da, o yılın zemheri soğuğu da unutulmazdı. Devrimciler bu yıla “zamanın fazla mesai yaptığı yıl” derler. Dolayısıyla bu yılda doğduğum için kendimi şanslı görmüşümdür hep. Devrimci bir yıl! Tabii devletin verdiği kimliklerimizde çoğunlukla farklı tarihler yazılıdır. Benimkinde de 01.01.1966 yazar. Aslında bu durum komik ve ilginç bir rastlantıyı da ortaya çıkarıyor. 01.01 olan kimliklerimize göre ana rahmine düştüğümüz tarih, ortalama olarak Newroz’a denk düşüyor. Halk içinde “Allah söyletti” derler. Herhalde bu rastlantıyı da böyle tanımlayabiliriz.
Ruhumuzun derinlerinde bir yerin dile gelemediğini duyumsarız…
01 Aralık 1992 yılında Hilvan’da gözaltına alındım. Urfa’da gözaltında kaldım. Gözaltı süresi üç hafta kadar sürdü. Kendi kuşağıma, o yılların gözaltı sürelerine göre kısa kaldığım bile söylenebilir. Çünkü birçok insan bir ay, iki ay gözaltında kaldı. Hatta üç ay kalanlar vardı. Göreceli olarak kısa kaldığım gözaltı süresinde, göreceli de olsa işkence uygulamalarından muaf kaldığımı söyleyemem. Bu yılların hiçbir gözaltı süreci, hiçbir işkencesi gerçek anlamda anlatılabilir değildir. Sadece bir soruya yanıt verme kapsamıyla değil, anlaşıldığından emin olunamadığı için. Ne kadar ifade etmeye çalışırsak çalışalım, ruhumuzun derinlerinde bir yerin, içimizdeki onmaz sancının gerçekten anlaşılabilecek kadar dile gelemediğini duyumsarız. Tutuklanınca Urfa E Tipi Cezaevi’ne götürüldüm. Diyarbakır 1 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılandım. İdam ve müebbet Ağır Cezayı kapsayan 125’inci maddeden ceza aldım. Bu yıllarda ülkemiz ne durumdaysa, bizler de o halleri yaşıyorduk. Mahkeme, hastane gidiş gelişlerimizin hiçbiri vukuatsız, darpsız, deyim yerindeyse “kansız” olmazdı. İnsan biraz da yaşadığı zamanın anlamları, ruh hali ve havasıyla şekilleniyor. Her canlı gibi insanın varlığına da yönelen tehlike ne kadar çıplaksa kendini savunma refleksi ve ihtiyacı da o düzeyde güçleniyor. O yıllardaki ruh halimiz kendimize, yaşama yaklaşımımız da biraz öyleydi.
Tutuklu olduğunuz süre boyunca sürgün edildiniz mi, bu süre zarfında neler yaşadınız?
1996-97’de Urfa Cezaevi’nde sayımız oldukça azaldı. Buna paralel olarak belki de asıl neden sürecin siyasal durumuydu. Çünkü Diyarbakır Cezaevi’nde on tutsak kanlı bir katliamda yaşamdan koparıldı, bizim çevremizdeki yaşam zemini daraltıldı. Baskılar yoğunlaştı. Nefes alamaz duruma geldik. Cezaevi tarihimizde ilk kez parayla sevk istedik. 1 Ekim 1997 yılında beş kişi topluca Midyat / Mardin Cezaevi’ne götürüldük. Bizden önce parayla sevke giden var mıydı, bilmiyorum. Biz on milyon liraya sevke gittik. Ama sevk için para vermek zorunda kalışımıza da çok şaşkındık. Midyat Cezaevi’nde uzun yıllar kaldım. Dışarıdan cezaevi duvarlarına bakan biri; kafes gibi, kutu gibi, labirent gibi hatta kapan gibi duran bu duvarlar arasında bunca anlamın, bunca acının, bunca anının nasıl biriktiğini anlamakta zorlanacaktır. Gerçekten de bir başka dünya. Anlamak için yaşama başka yerlerden ve anlamlardan bakmak gerekiyor.
Memleketimizi duyumsatan topraklardan çok uzaklara sürgün…
2012’nin Aralık ayında, Maya takvimine göre kıyamet gününde, on kişilik grup olarak Gebze Kadın Kapalı Cezaevi’ne sürgün olduk. Ama kıyamet kopmadı! Ya da bizim kıyametimiz oydu. Annem, “Evladım, her insan kendi acılarıyla kendi kıyametini yaşar” derdi. Tutsaklar için de sürgün olmak, çoğu zaman kıyameti andırır. Ayrılığın en zor olduğu yerlerden biridir tutsaklık. Çünkü her şey sizin dışınızda gelişir. Bu nedenle tahliyeye bile tahliye olan da, tahliyeciyi uğurlayan da acı acı ağlayabilirsiniz. Zira bilemezsiniz bir daha görüşebilecek misiniz, bir daha görmek mümkün olabilecek mi? Bilemezsiniz ve bunu belirlemek sizin elinizde değildir. Arkamızda yoldaşlarımızı gözyaşı içinde bırakarak, gözyaşlarımızla ayrıldık Midyat Cezaevi’nden. Büyüdüğümüz topraklardan, bize memleketimizi duyumsatan topraklardan çok uzaklara, hiç tanıyıp bilmediğimiz yerlere yollanmak, sürgünü daha da acı ve zorlu kılıyor. “Ne fark eder hepsi zindan, zaten dışarıyı görmüyorsun, dört duvar arasındasın” dememek gerekir. Yakın bir mahalleden veya köyden size doğru savrulan yufka ekmek kokusunu, kaynayan pekmezin kokusunu almak, çocukların kendi anadillerinde kavga ettiğini duymak; ellerimizde kelepçe de olsa, hastane, mahkeme koridorunda bir annenin gözlerindeki tanıdık şevkate muhatap olmak, size toprak kokusu kadar ülkeyi duyumsatır. Çatılardan uçan taklacı güvercinlerin sesi başka, martıların sesi başkadır. Güzellik bile başkadır. Ve tabii geride bıraktıklarınıza, yoldaşlara özlemimiz her şeye baskın gelir. Sürgün oluşumuzun ardından mektup yazan bir arkadaş: “Keşke Maya takviminin kehaneti gerçekleşip kıyamet kopsaydı da siz sürgün olmasaydınız” demişti. Özlem kıyamet kadar büyükse, sevgi de o kadardır diye düşünüyorum.
- 30 yıllık tutsaklığınız ardından tam tahliye edileceğiniz gün gözaltına alındınız. Bu süreçte yaşadıklarınızı anlatabilir misiniz?
Gebze Cezaevi’nde on yıl kaldım. Soğuk bir Aralık şafağında gelmiştim Gebze Cezaevi’ne. Tahminen soğuk ama yarattığı umutlu anlamlarla sıcacık bir Aralık gününde hem Gebze Cezaevi’ni, hem de 30 yıllık tutsaklığı geride bırakarak çıkacaktım. Olmadı. Şimdilik! Hiçbir anlam sadece bulunduğumuz anla sınırlı değildir. Hiçbir olgu, uzun etkileşimler içindeki oluşumu gözetilmeden anlaşılamaz. “Tahliye olmak”, bir yeri boşaltmak veya cezaevinden salıverilmek anlamında kullanılır. Fakat 30 yıldan sonra tahliyenin nasıl bir şey olduğunu anlamak için o 30 yılın nasıl geçtiğini değil, nasıl yaşandığını bilmek gerekir. Dışarıdan bakan biri için 30 yıllık tutsaklık nasıl anlaşılıyor bilemiyorum? Bu 30 yılı tutsak olarak yaşayan biri olarak, dışarıdan bakan birinin ne düşünüp hissedebileceğini tahmin etmekte zorlanıyorum. Empati yapmakta zorlanıyorum. Empati yapmakta zorlanılacağını duyumsuyorum. 30 yıl zindanda kalan birine dair empati yapmak nasıl bir şeydir? Empati yapma yerine kaçılacağını, kaçılıyor olunabildiğini düşünüyorum. Zira empati kendini onun yerine koyabilmektir. Kendimi, 30 yılını duvarlar arasında geçiren birinin yerine koymak nasıl bir şeydir?
İnsan ömrünü aşan bir hakikat algısına sahip olmak gerekir
İnsan ömrü 60,70, bilemedik 80, 90 yıldır. İnsan doğuştan değil, ömrünün belli bir döneminden sonra cezaevine girdiğine göre; bu 30 yılı tamamlamak aynı zamanda bir ömrü de tamamlamak veya tamamlamaya yaklaşmak anlamına gelir. Demek ki 30 yıllık tutsaklığı omuzlayabilmek için insan ömrünü aşan bir hakikat algısına ve anlam gücüne sahip olmak gerekir. Ve demek ki 30 yıllık tutsaklıkla empati yapabilmek imkansıza yakın bir şeydir. Yine de anlamaya çalışmak insanı daha insani ve vicdani kılabilir. 30 yıl önce cezaevine girdiğimizde, cezaevinde 30 yıl kalabileceğimizi düşünmek çok zordu. Annemin deyimiyle, deve yetiştirenler olarak kapımızı yüksek yapmalıydık. Yani zorlu bir yaşam mücadelesine giriştiğimizin az çok farkındaydık. Ancak 30 yıl cezaevinde kalmak başka bir şeydi. Yaşamınız, bedel vermek daha kolay, tasavvur edilir bir şeydi. Ölebilirdik, idam edilebilirdik, özgürlüğe yeltenirken vurulabilirdik. Ancak 30 yıl zindanda kalmak; söylemde realistçe, tasavvurda ihtimalden uzaktı. Tahminen bizi dört duvar arasına alıp bu cezayı verenler de, bu 30 yılı tamamlayıp tahliye kapısına gelip dayanabileceğimize inanmadılar. Birçok arkadaş gibi ben de yılları hiç saymadım. “Zamanım az kaldı” demedim. Zira bir süreyi, bir zamanı sonuca vardırmak için beklediğimi hiç düşünmedim. Anlamın an’da oluşla ilgili olduğuna, hakikatin, mekanın ötesinde her oluştaki, en çok da insandaki sevgi ve özgürlük gücünde olduğuna inanarak yaşamayı belledim. Bu anlam gücüyle yaşamayı istedim. Benim ve benim gibilerinin tahliye zamanının az kalmasıyla hem kendi cephemizden, hem de bizi 30 yıldır zindanda tutan akıl açısından birçok şeyin değiştiğini düşünüyorum. Son yıllardaki çalkantının, diğer süreç politikalarının yanında bununla da alakası var diye düşünüyorum.
Zindan ve tahliye duygusu…
Son iki üç yılda, özellikle de son yıl, tahliye olgusu tüm yaşamıma, tüm yaşamımıza sirayet etmeye başladı. Yaşamımıza diyorum çünkü bir kuşak olarak tutsağız. 90’ların başında yoğunca yaşanan tutuklamalar ve verilen ağır cezalar, tahliye kapısında da bir tutsak kuşak topluluğu olarak gelip dayanmamıza yol açtı. Bu son yılın duygularını “benim duygularım” olarak ifade etmek gerçekten çok zor. Ortada ne kadar bireysel durum kalmış, emin değilim. Bunca uzun zamandan sonra tutsaklığın toplumsal bir anlama büründüğünü, tahliye konusundaki duygularda yoğunca ortak anlam ve renkler olduğunu görüyor insan. Herhalde 30 yıl zindanda kalan hangi arkadaşa sorulsa benzer şeyler dile gelecektir. Tahliye zamanı yaklaşınca her açıdan rutinimiz bozuldu. Güncel yaşamdan, alışkanlıklardan bahsetmiyorum. Düşünce biçiminden, duygulardan, koşullanmışlıklardan bahsediyorum. İnsan kendi hakikatiyle özgün bir varlıktır. Hiçbir canlı insan gibi kendi koşullama, irade olarak kendi var oluş diyalektiğine yön verme kabiliyetinde değildir. Zindan sadece insanlık dışı değil, doğa dışı bir gerçekliktir. Çok boyutlu yapısı, sistemi ve uygulamalarıyla zindan sadece insandaki toplumsal var oluşu sakatlamaz, öldürmez, insanın doğa ile evrenle her türlü akışını keserek duruma uğratır. Bir anlamda insanı sadece siyasal, sosyolojik olarak değil ruhsal, biyolojik, kimyasal olarak da yapı bozumuna uğratmayı hedefler. Dostoyevski’nin hapishaneyi “ölü bir ev” olarak tanımlamasının nedeni bu olsa gerek. Ahmet Arif bu nedenle görüşmecinin gönderdiği yeşil soğanı şiirine konu eder.
Bir ömrü aşan hakikat anlamları olmalı ki 30 yıl yaşayabilsin…
Böyle bir zindan gerçekliğinde insanın, 30 yıl yaşamaya devam etmesi için ne yapması, var oluşunu nereye dayandırması gerekir? Zaman veya bir ömrü aşan hakikat anlamları olmalı ki insan dört duvar arasında 30 yıl yaşayabilsin. Ve en az bunun kadar önemlisi, insanın büyük özlemlerine, acılarına, ihtiyaçlarına hükmedebilmesi gerekiyormuş. Ben bunu tahliye gündemiyle yüz yüze kalınca fark ettim. Birçok arkadaş için de aynı şeyin geçerli olduğuna inanıyorum. Çok da planlamadan, seni büyük özleme, acıya boğacak, delirmeye götürecek duygulardan uzak tutuyorsun kendini. Çıldırmamak, zayıf düşmemek, sabredebilmek için. Yağmur sonrası toprak kokusunu içine çekmek nasıl bir şeydir? Bir dağ başında uçurum sesini dinlemek, kızgın güneş altında toprağı ekip biçmek, bir su kıyısında oturup doğayı dinlemek, uçsuz bir ormanda yıldızlarla örtünmek, dakikalar ve saatlerle sınırlanmayan dost sohbetine bırakmak kendini, nasıl bir şeydir?
30 yılı birlikte, bu mekanlarda yaşamıştık…
Birçok şeyi kendimde dondurduğumu, birçok şeye ilişmemeye çalıştığımı fark ettim. Yakınlaşan tahliye olgusu tüm bunlarda bir alt üst oluşa, hareketlenmeye ve akışa yol açtı. Ben artık 30 yıl önceki ben de değildim. Tahliye de artık 30 yıl önceki tahliye değildi. Şüphesiz ailem, akrabalarım, arkadaşlarım, dostlarım heyecanla çıkışımı bekliyorlardı. Benim için de aynı şey geçerliydi. Düşüncesi, hayali bile heyecan vericiydi. Ama diğer yandan biliyordum ki en az bu heyecan kadar acı ve hüzün bekliyor beni. Başta annem ve babam olmak üzere bir daha görme imkanımın olmayacağı o kadar çok insan vardı ki!… Hangi yana baksam mezarlıklar, hatta mezarsız ölüler görecektim. Yüreğimi ağırlaştıran tek şey bu da değildi. Bir de arkamda bırakacaklarım vardı. İnsan annesi, babasıyla, evlendiği kişiyle bile 30 yılın 24 saatini birlikte yaşamaz. Ama biz 30 yılı birlikte, bu mekanlarda yaşamıştık. Bazılarıyla 30 yıl hep aynı alanda kaldık. Bazılarıyla defalarca ayrılıp buluştuk. Ama hiç aynı cezaevinde kalmadıklarımızla bile aynı mekanları, zorlukları paylaşıyor olduğumuzun bilinciyle birliktelik duygusunu yaşadık.
30 yılda sayamadığım kadar çok tutsak yaşamını yitirdi
Son yıllarda zindanların durumu neredeyse her gün biraz daha ağırlaştı. Ağırlaştırılmış ceza alanların sayısı çok çok arttı. Yüzlerce, hatta binlerce yıl ceza alan çok arkadaş var. Yeni açılan S Tipi cezaevleri, tek kişilik hücreler karşısında, 2000’lerde ölüm orucu gerekçesi olan F Tipleri “çok insani, demokratik” kalıyor. Bu 30 yılda sayamadığım kadar çok tutsağın yaşamını yitirdiğini biliyorum. Bazılarını yakından tanıyordum, bazılarına bizzat şahit oldum. Son yıllarda çok sayıda arkadaşın infazı yakıldı veya ek cezalar verildi. Ben böyle bir ortamda tahliye olacaktım. 30 yıl önce benimle aynı dönemde zindana girenlerin bazıları tabutla çıkmışlardı. Hiçbir zaman ailelerine, sevdiklerine dönmeyeceklerdi. Bazılarının ne zaman çıkacağı belli değildi. Tüm bunların sorumlusu ben değildim ama tahliyemin heyecanını düşünürken tüm bunların ağırlığını, gölgesini yüreğimde duyumsuyordum. Dışarı çıkan her arkadaşına az çok bunları duyumsadığını tahmin edebiliyorum.
30 yıldan sonra dışarı çıkmamızı bile tehlikeli görebildiler!
30 yıldan sonra tahliye olacak tutsakların cephesinden bunları değerlendirirken, zindanı egemenliklerinin temel bir sahası olarak görenlerin cephesinden de önemli gelişmelerin olduğu açıktır. Bizim için 30 yıl cezaevinde kalmak, 30 yıldan sonra dışarıya çıkmayı tasavvur etmek bunca çetrefilli, çok boyutlu bir konuyken, 30 yıl cezaevinde kaldıktan sonra hala yaşamaya devam edip tahliye olabileceğimizi öngörmeyenler, 30 yıldan sonra bile dışarı çıkmamızı bizim için fazla lüks, kendileri için tehlikeli görebildiler. Ve telaşla bu tahliyeleri engellemenin arayışına girdiler. Son yıllarda yoğunca devreye sokulan hücre cezalarının, infaz yakmaların, ek dava ve dosyaların, gözlem kurulu uygulamasının bir de bununla ilgili olduğuna inanıyorum. Takip ettiğim ve gözlemleyebildiğim kadarıyla her bireyin durumu tek tek ele alındı, incelendi. 30 yılını dolduran her bireyin, her arkadaşın tahliyesinin engellenmesi için azami çaba sergilendi. Bazılarına mevcut anti-demokratik yasa ve genelgeler zemin ve gerekçe yapılırken, bazılarında ise benim örneğimde olduğu gibi tümüyle hukuksuz, keyfi, hatta planlanarak tahliyeler engellendi.
- 30 yıllık tutsaklığınız ile birlikte yeniden tutuklanmanızı nasıl değerlendiriyorsunuz? Tutuklanma gerekçeniz ne oldu? Özellikle son yıllarda birçok tutsağın infazı yakılıyor ve 30 yıllık tutsakların tahliyeleri engelleniyor. Bununla ne amaçlanıyor sizce?
30 yıldır cezaevindeyim ve bu 30 yıl zarfında binlerce hatta on binlerce kez anti-demokratik, hukuksuz durumlara, uygulamalara şahitlik ettim. Ama bu süreçteki keyiflilik düzeyi, kendi anti-demokratik hukukunu bile takmayan durumlar karşısında şaşkınlık yaşadım. 1990’larda işkence altında alınmıştı ifadelerimiz. Darbe mahkemeleri olan DGM’de yargılandık, en ağır cezalar verildi. DGM’ler anti-demokratik görülüp kaldırıldığında da cezalarımıza dokunulmadı. Yeniden yargılanma hakkı bile tanınmadı. DGM’lerin verdiği cezaların son günü ve anına kadar yattık. Ancak bunca anti-demokratik ve özgürlüksüz olmasına rağmen tüm o süreçlerdeki yargılanmaların dayandığı kendi hukuku vardı. İnsanlık dışında anti-demokratikti, darbe tarafından yapılmıştı. Ama yine de kendini bir hukuka dayandırıyordu. Bu süreçteki uygulamalar ve tahliyeleri engellemeler şaşırtıcı ve sonsuz düzeyde keyfi ve hukuksuzdur. Sadece bana değil, her bireye özel yaklaşım ve uygulama olduğu inancındayım. Bu düzeyde kriminalize eden bir yaklaşım söz konusudur. DGM’lerin verdiği cezalar az görülmekte. DGM’lerin sınırlandırıcı uygulamaları, yaşam hak ve imkanlarını ortadan kaldırması yetersiz bulunmaktadır. Bu nedenle DGM’lerin tanıdığı, karar altına aldığı “30 yıl sonra tahliye hakkı” ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır.
Onursuzlaştırmayı hedefleyen uygulama: Gözlem kurulu!
Kamuoyunun “Gözlem kurulu” uygulamasını yeterince anlamadığı inancındayım. Zira böylesine hukuksuz, insanı onursuzlaştırmayı, kimliksizleştirmeyi hedefleyen bir uygulamanın hiçbir hukukta yerinin olmadığı inancındayım. Mesleği, işi yargı olmayan bir grubun 30 yıl önce DGM’nin verdiği cezayı eksik bularak tahliyeyi engelleme hakkına sahip olması hiçbir hukukta yerinin olmaması gereken bir durumdur. Şu an bulunduğum cezaevi de içinde olmak üzere birçok cezaevinde bu nedenle tahliye edilmeyen tutsaklar var. Kendi durumum da en az bunun kadar hukuksuzluk içermektedir. 2020 yılında yüzlerce kişiye açılmış, hiç kimse hakkında tutuklama kararının olmadığı bir soruşturma söz konusuydu. 2021 6 Temmuz’unda savcılık tarafından ifadem alındı. Daha sonra yazı örneği istendiğinde avukatımın hazır el yazısını talep ettim. Tahliye olduğum güne kadar hiçbir şekilde istenmemesine rağmen yazı örneği alınması konusu gözaltı nedeni olarak yedekte tutulmuş. Dosya savcısı değiştirilerek savcılığa verdiğim ifade yok sayılmış ve tahliye olmadan bir hafta önce cezaevi gözlem kuruluna çıkarıldım. Savcı, tahliyemin önünde bir engel olmadığını belirtti.
Ailemin hala umutla çıkışımı beklediğini gördüm…
Kurul “iyi hal” belgesiyle tahliyeme karar verdi. Tahliye olduğum gün üç aramadan geçerek cezaevi bahçesine çıktım. Ailem dışarıda cezaevi kapısında bekliyordu. Cezaevi ile ilişiğim sona erdiği, çıkmak için cezaevi kapısına yöneldiğim an sivil polisler etrafımı sararak gözaltı kararı olduğunu belirttiler. 30 yıl sonra ellerim arkadan kelepçeli olarak polis arabasında cezaevi kapısından çıktım. Araba camları siyah olduğundan dışarıdan görülmüyordu ama ben dışarıyı görebiliyordum. Cezaevi kapısından çıktığımızda ailemin hala umutla cezaevi kapısına baktığını, çıkışımı beklediğini gördüm. Bu uygulamanın bir de bana ve aileye bunları yaşatma amaçlı olduğunu sezmek, bu ülke adına acı vericiydi. Zira ben cezaevindeydim, binlerce kez yazı örneği alınabilir, yüzlerce kez isteniyorsa hakkımda tutuklama kararı çıkarılabilirdi. Emniyette kaldığım beş gün içerisinde suç delilleri türetilmeye çalışıldı. Cezaevinden beraberimde çıkardığım eşyalarım yanımda aranmadığı, sonradan eşyalarımın arasında örgütsel doküman olduğu iddia edildi. Ben 30 yıldır tutsak biriydim ama emniyetten çıkarıldığımda ve adliye girişinde defalarca prova yapılarak kıskıvrak yakalanmışım gibi bir gösteri sergilendi ve kayıt altında alındı. Hakkımdaki iddianame alelacele tamamlandı.
Arkadaşlarımın ‘oxirbe’ yazdığı mektuplar bile suç unsuru!
Mahkeme tarihimin seçimden dört gün önce 10 Mayıs olarak belirlenmesinin rastlantı olmadığı inancındayım. Defterlerimdeki her şiir, her şarkı sözü, her öykü, hatta arkadaşlarımın “oxirbe” diyerek vedalaşmak için yazdığı mektuplar bile suç unsuru olarak gösterilmeye çalışılmış. Bu durumun hukukla uzaktan yakından alakası yok. Ortada eylem veya eylemek yok. Propaganda, düşünce suçu bile yok. Çünkü edebi, sanatsal, teorik yazılarım bir yere gönderilmiş, paylaşılmış, yayınlanmış bile değil. Ve hepsi cezaevi aramasından, denetiminden geçmiş. Ve ben bunlarla cezalandırılmak isteniyorum. Bunun varlığımın her halini reddetmek anlamına geldiğinin farkında olmak, demokrasi ve insan hakları açısından daha çok dehşet vericidir. Ve bunun birey olarak şahsımla alakası yoktur.
- Mevcut sağlık ve psikolojik durumunuz nasıl? Cezaevinde sürdürdüğünüz yaşamdan kısaca bahsedebilir misiniz bize?
2000’ler ve F Tipi uygulamasıyla beraber hasta tutsakların tahliye edilmesi-edilmemesi gündeme girdi. 2012-23’ten itibaren bizim de sürekli bir gündemimiz oldu. Bu yıllar içinde binlerce insan yaşamını yitirdi ve binlerce tutsak hastalandı. Belki konuya başka yerden bakmak ve başka boyutları gündemleştirmek gerekiyor. Sanki aynı hastalar sabit olarak varmış da onların tahliye edilmesi talep ediliyormuş, bekleniyormuş gibi bir yaklaşım oldukça yetersiz, dar, yetmez, ezber bir yaklaşım olur. Görüldüğü üzere cezaevi koşulları insanı zihnen, ruhen, bedenen, sosyolojik olarak çürümesi, birey olmaktan çıkması temelinde her gün daha da kötüleştirilmektedir. Bu durum sadece siyasi tutsaklara uygulanmıyor. Siyasi tutsaklara daha sistemli, amaçlı, tahripkar uygulanmakla beraber aynı şeyler adli tutuklulara da uygulanıyor. Hatta kendini koruyacak, düşünce gücüne, bilince, maneviyata sahip olmayan adlilerden intihar eden, deliren, saldırganlaşan, güdülerden ibaret hale dönüşen, dönüştürülen örnekleri her gün çevremizde bulunduğumuz zindanlarda görmekteyiz. Bu konunun, devletin insan politikasıyla, insanın temel demokratik haklarına duyarlı ve saygılı hale gelmesiyle bağı vardır. Mevcut haliyle devlet, bireylerin yasadışı eylemlerini hatta düşüncelerini değil, insanların kendilerini mahkum ederek cezalandırmakta, reddetmektedir. Dolayısıyla felç, yatalak, nefes almaktan öte aktivitesi olmayan insanları bile son nefesine kadar zindanda tutmakta behis görmemektedir. Hasta tutsakların tahliyesi isteniyorsa tüm bunlar görülmek durumundadır.
- Cezaevinde binlerce ağır ve hasta tutsak var. Birçok hak ihlalinin yaşandığı cezaevlerinde tutsaklar mücadeleden de vazgeçmiyor. Siz de bu mücadelede yer alan bir kadın tutsak olarak hem yaşadığınız bu hukuksuzluk karşısında hem de topluma neler söylersiniz? Bir mesajınız var mı?
Topluma mesajımız ne olabilir ki? Hepimiz bu toplumsal gerçekliğin bir parçasıyız. Ülkemiz demokrasisizliğin, özgürlüksüzlüğün, yoksulluğun, yalnızlığın sancılarını taşıyorsa hepimiz bunda pay sahibiyiz. Toplumsal gerçeklikte ve hakikatte hiçbir şey birbirinden kopuk değildir. Hak gasplarının, baskıların yoğunca yaşandığı bir yerde birileri özgür olamaz, demokratik olamaz. Zindanların böyle olduğu bir ülkede toplum da öyledir! Krallara, diktatörlere çok kızan bir halk dönüp kendine bakmak durumundadır. Çünkü boyun eğenler olmazsa ezenler yaşayamaz. Tebaa olmazsa krallar yaşayamaz. Suskunlar olmazsa diktatörlerin ömrü uzamaz. Hiç kimse gelip bizim yerimize demokrasiyi ve özgürlüğü savunmayacak, yeni, güzel bir yaşamı inşa etmeyecektir. Toplumun kendi ortak, demokratik yaşamını sahiplendiği, onurlu barışını, birliğini inşa ettiği bir ülkede inanıyorum ki her şehir bir zindan ismiyle anılmayacaktır. Suç da suçlu da, zindan da zindancı da azalacaktır. Böyle bir ülkenin mümkün olduğuna, halklarımızın bunu yaratabileceğine inanıyorum. Tam da buna adım atmak için bir fırsat doğmuşken: Haydi vira Bismillah! diyorum.”
HABER MERKEZİ