Bazı sol örgüt ya da çevreler ikinci turda Cumhurbaşkanlığı seçimini “boykot” edecekmiş.
Gerekçelerini bilmiyorum. Ama “boykotun” ne olduğunu biliyorum.
İlk söyleyeceğim söz şudur: Bu ortam ve aşamada boykot devrimci bir tavır değildir. Erdoğan’ın yeniden Cumhurbaşkanı olmasına “yetmez ama evet” demek gibi bir şeydir. Belli ki seçim iki aday arasında muhtemelen yüzde birlik bir farkla sonuçlanacak. Boykot çağrısı yapanların yüzde birlik bir oya sahip olup olmadığını da bilmiyorum. Ama şu birkaç gün içinde muhalefet cenahındaki hayal kırıklığını aşmanın zorluğunu hesaba kattığımda “boykot” çağrısının “şüuyundan beter” sonuçlara yol açabileceğini tahmin edebiliyorum.
Bazı devrimci sol örgütler HDP’nin birinci turda kendi adayını çıkarmamasını eleştirmiş ve birinci turda Cumhurbaşkanlığı seçimini “boykot” edeceklerini açıklamıştı. Onların bu kararına “yüzde yüz yanlış” diyemiyorum. Birinci turda “boykot” çağrısı düşünüldüğü kadar “vahim” sonuçlara, yani Erdoğan’ın yeniden seçilmesine değil, en fazla seçimin ikinci tura kalmasına yol açabilirdi. Seçim ikinci tura kaldı, ama bunda “boykot” çağrısının herhangi bir rol oynamadığı, iki aday arasındaki yüzde beşlik farktan bellidir.
İkinci turda “boykot” çağrısı seçmenin sandığa gitmeme eğilimini aşmaya çalışanların çabalarına sanılandan daha fazla zarar verebilir.
İlk sorum şudur: Boykot çağrısı yapanlar bu çağrıya kimlerin katılacağını düşünüyorlar? Mesela onlar hem Erdoğan karşıtı muhalefetin hem de faşist blokun saflarındaki seçmenlerin önemli bir kısmının boykota katılacağını, seçime katılanların “azınlıkta” kalacağını, o nedenle de devrimci güçlerin bu seçimi “gayrı meşru” ilan ederek, kitleleri devrime yönlendirebileceklerini düşünüyorlar mı?
Yanıt beklememize gerek yoktur. Bugünkü şartlarda “boykot çağrısı” faşist blokun seçmenlerinden milyonda bir oy bile koparamaz. Ama Erdoğan karşıtı muhalefetin saflarından koparacağı birkaç yüzbin seçmen, Erdoğan’ın yeniden seçilmesine bile neden olabilir.
Kılıçdaroğlu ile Erdoğan’ın arasındaki fark devrimci için önemsiz sayılabilir. Ben de şahsen Kılıçdaroğlu’nun iktidarı aldığında, hem onun “ulusalcı-milliyetçi” bagajına, hem de Millet İttifakı’ndaki ortaklarına bakarak, belirli bir zaman içinde mevcut rejimde kimi makyaj adımları attıktan sonra devlet aygıtına teslim olacağını düşünmekteyim. Ama “Restorasyon” teorisini savunanlar, bu işin seçimin ertesi günü tamamlanacağını sanıyorlarsa yanılıyorlar. Türkiye Üçüncü Dünya Savaşı koşullarında ve bu savaşın içindedir. Hali perişandır. Devlet aygıtının içindekiler, tepeden tırnağa faşist olsalar bile, kendi can ve mal güvenlikleri bakımından bir gözleriyle Batı’ya, diğer gözleriyle Doğu’ya bakmaktadırlar. Kimin ağır basacağı onlar için hayat memat meselesidir. “Dış faktör” deyip geçemeyiz. Türkiye küresel dünyanın organik bir parçasıdır. Biden hapşırdığında Türk devleti zatürre olur, Putin yellense Türk devleti dizanteriye yakalanır. Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’a savaş açması uyduruk bir oyun değil, küresel dünyadaki çelişkilerin, içerdeki çelişkilerle birleşmesinin sonucudur.
Birbiriyle çatışan egemen güç fraksiyonlarından hangisinin “ehven” olduğunu ya da hangisinin daha “demokrat” olduğunu tartışmıyoruz. Seçim taktiğimizde böyle bir tartışmanın yeri yoktur. Biz bu çatışmadan halkın çıkarına nasıl yararlanabileceğimizi düşünmekteyiz. Sorun Kılıçdaroğlu gelirse “ne kazanırız” sorusu değildir. Erdoğan devrilirse kazanacaklarımızı hesap etmeliyiz. Düşman kampın içindeki çelişkilerden yararlanmadan zafere ulaşmış tek bir devrim, tek bir antifaşist zafer, tek bir demokratik değişim gösteremezsiniz.
Ufuktaki tehlikeyi elbette görmeliyiz. Erdoğan aslında hurdaya döndü. Yerine Kılıçdaroğlu gelse bile, o da “geçici” bir süre dayanabilir. Devlet Millet İttifakı ile Cumhur İttifakı’nı bir dizi operasyon sonucunda birleştirmek isteyecektir. Eğer haberler doğruysa, Akşener’in İçişleri, Savunma ve Hazine Bakanlıklarını alması durumunda karşımıza “Asena diktatörlüğü” çıkabilir.
Ama yukarıda dediğim gibi böyle bir gelişme bir günde olmaz. Keskin çıkar çelişkileri sürecinde, krizlerin birbirini izlediği kaotik bir ortamda ve eğer bizim “elimiz armut toplarsa” gerçekleşebilir.
Olaylar gösteriyor ki devlette egemen olan klik, böyle bir krizli geçişi bu aşamada göze almak yerine Erdoğan’ı bir iki yıl daha kullanmak istemektedir. Erdoğan’a yarattığı enkazı, halkın ölümcül nefretini üstüne çekme pahasına ona kaldırtacaklardır. Erdoğan kazanırsa bu defa yalnız Kürtler ve sosyalistler değil, Türk milletinin emekçi halkı eşini yaşamadığı çok ağır bedeller ödemeye mahkum edilecektir. Ülke cehenneme dönecektir. Ve günü saati geldiğinde ekonomik enkaz süngüyle kaldırıldıktan sonra bizzat devlete egemen klik sistem içi muhalefetin önünü açacak, 3. Dünya Savaşı’nın seyrine göre cebinden ya “zinde bir faşist diktatör” ya da “neo liberal bir alternatif” çıkaracaktır.
Boykot Türk devletinin bu planlarına, eğer Erdoğan’ın kazanmasına sebep olursa, büyük bir fırsat vermiş olacaktır.
O halde önümüzde duran görevi tanımlayalım: Sandığa giderek, Erdoğan’ı devirip, devletin krizden halk düşmanı çıkış imkanını bozguna mı uğratacağız, yoksa sandığa gitmeyerek, devlete krizden halk düşmanı çıkış için fırsat mı vereceğiz?
Birinci turda aramızdaki taktik farklar önemli değildi.
Şimdi ise taktik birlik hayati önem taşımaktadır.