Bay Kemal bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir milliyetçiye dönüşmüş olarak buldu. Derhal parti binasındaki genel başkan makamına giderek masaya yumruğunu vurdu. O esnada bir televizyon kanalında canlı yayında olan Binali Bey’i fena ürküttü. Çünkü metamorfoz öncesinde her ne kadar munis Kemal amca imgesiyle bilinse de “Ben Kemal, geliyorum!” sloganlı videolar çekmişliği de vardı.
Ardından gözüne odanın köşesindeki davul ve zurna ilişti. Küçükken okuduğu “Fareli Köyün Kavalcısı” masalından aldığı ilhamla vermiş olduğu “Mültecileri davul zurnayla iki yıl içinde Suriye’ye geri göndereceğim” sözünü hatırladı. Bir nara eşliğinde davul ve zurnayı fena tekmeledi, sonra ikisini de tuttuğu gibi merdivenlerden aşağı fırlattı. Ardından dolabını açıp banyo terliğini eline aldı ve “onların hepsini işte bu terlikle derhal kovalayacağım” diye haykırdı. Önce masaya attığı yumruğun ve ardından da on ikinci kattan tangır tungur aşağı yuvarlanan davul-zurnanın gürültüsünü duyup telaşla odaya yönelen basın mensuplarına: “Bu kaçaklar, sığınmacılar, potansiyel suç makineleri; bunlar kalırsa memleket batacak” mealinde bir demeç verdi. Gözlerine ve kulaklarına inanamayan gazeteciler panik ve korku içinde odadan kaçarken kapıyı da arkalarından çektiler. İyi ki öyle yaptılar çünkü yeni Bay Kemal’in arkalarından fırlattığı terlik istenmeyen bir kazaya neden olabilirdi.
Kılıçdaroğlu’nun geçirdiği değişim, cumhurbaşkanı seçimlerinin ikinci tura kalmasından kaynaklanıyor. Üçüncü aday Sinan Oğan’ın yüzde beş civarındaki oylarını kendi hanesine yazmak için mültecilere yönelik dilini sertleştirmesi gerektiğine karar vermiş. Öyle ki ‘ilk Türk Le Peni’ unvanını ziyadesiyle hak eden Ümit Özdağ bile “Adeta benim fikirlerimi savunuyor” buyurmuş, Kılıçdaroğlu’nun son beyanları hakkında.
Metamorfozun bir tarafı böyle. Diğer yanı ise, ‘Erdoğan: sen değil misin?’ ile başlayıp ‘Senin ne haddine!’ diye devam eden ve ‘Nokta’ diye biten cümlelerden oluşan sert retorik. Bu kalıbın içine de yine ‘vatandaşın milliyetçi hassasiyetlerini’ dolayısıyla da ‘devletin kırmızı çizgilerini’ dürtükleyen temaların yerleştirildiği görülüyor: PKK’yle görüşme ve Ergenekon/Balyoz davaları gibi. Önümüzdeki hafta boyunca bu içeriğin, ‘Karar ver!’ sloganlı afiş ve diğer görsel materyallerle destekleneceği anlaşılıyor.
Bu üslup değişimi, mültecileri korkutmanın ötesinde etkiler yaratmış olmalı ki Erdoğan da rakibinin “zehirli bir dile sarıldığı” gözleminde bulunuyor. MHP’yle birlikte mecliste çoğunluğu elde eden AKP cephesinin, ‘iki başlılık olmasın’ mealinde bir kampanyayı yeterli gördüğü anlaşılıyor. AKP ayrıca, kadrolarını deprem bölgesine yığarak hayırseverlik gösterileri yapma hazırlığında. Zaten Erdoğan’ın zehirli dilden kastı da, seçim sonuçları üzerine sosyal medyada depremzedelere yönelik yapılan hakaretamiz paylaşımlar; bunların sorumluluğunu CHP’ye yüklüyor ve “yaraları saracağız” vaadini tekrarlıyor. Şaşırtıcı bir sükunetle “Eyy Bay Kemal” diye başlayan cümlelerle Kılıçdaroğlu’nun restini görme yoluna gitmiyor. Sanki o da tersinden bir metamorfoz geçirip orijinal Bay Kemal üslubunu benimsemeye karar vermiş.
Kılıçdaroğlu’nun yeni retoriği ve üslubu seçmen kitlesi tarafından ikna edici bulunur mu? Dil ve davranışlardaki sertleşme, özellikle zaten Erdoğan’ın ekranlardan ve meydanlardan çemkirmelerini dinleyerek büyümüş genç seçmenler üzerinde ters etki yaratır mı? Vatan-millet, mehmetçik, terör ve benzeri faşizan militarist vurgular, milliyetçi hassasiyetleri okşayayım derken Kürt ve demokrat desteğine zeval verir mi? Başka deyişle, attığı taşın ürküttüğü kurbağaya değmeme, ya da Midyat’a pirince giderken eldeki bulgurdan olma ihtimalleri yeni Bay Kemal imajını oldukça riskli kılıyor.
CHP’nin kotardığı yeni afişlerden biri, deprem sürecinde yaşanan ve bölgede yaşanmakta olan felaketten AKP rejiminin sorumlu oluşuna işaret ediyor. Bir diğer afişte de Hizbullahçı kriminal unsurların Hüda Par adı altında AKP listesinden milletvekili yapılmaları eleştiriliyor. Bu son hafta içinde, hangi üslupla olursa olsun üzerine en çok gidilmesi gereken iki doğru hedefin bunlar olduğu görünüyor. Aslında bu doğruyu anlamak için Erdoğan rejimi altında açık havada muhalefetin riskli de olsa hala kısmen mümkün olduğu tek mekân olarak futbol tribünlerine bakmak yeterlidir. Deprem günlerinde ‘Hükümet istifa’ bugünlerde ise ‘Mecliste Hizbullah istemiyoruz’ sloganları oralardan yükseldi/yükseliyor. Kılıçdaroğlu’nun kurmayları toplumun nabzını tutmaya tribünlerden başlayabilir.
Öte yandan, Kürt ve demokrat seçmenin kitlesel desteği olmaksızın bu seçimin kazanılamayacağı bilinciyle vatan, millet, terör, tank, top, ordu, polis ve benzeri hamaset bir yana bırakılıp ‘Barış’ diyebilme cesareti de gösterilmelidir. Bu kadarcık insanlık kırıntısı için bir metamorfoza daha gerek olmadığı umuduyla…