Bir süreden beri, Cumhuriyet yazarı Ergin Yıldızoğlu’ndan “ödünç” aldığım “süreç içinde faşizm” kavramını kullanıyorum. Kimisi bu kavram yerine “faşizmin kurumsallaşması” demeyi tercih ediyor. Sanıyorum, maksat aynı.
Türk faşizmi klasik faşist rejimlerden farklı olarak “tek bir darbeyle” ülkeye egemen olmadı. Onun egemenliği “süreç içinde” gerçekleşiyor. Bunun iki temel nedeni var: Birincisi Türkiye ekonomik olarak Avrupa Birliği ülkelerine, askeri-politik bakımdan da NATO’ya bağlı. İkincisi karşısında ultra faşist yöntemlerle bile dize getiremediği bir Kürt özgürlük hareketi var. Bu iki faktör Üçüncü Dünya Savaşı sürecinde Avrasyacı faşist derin devlet güçlerinin egemenliğini sınırlıyor. O da buna karşılık, egemenliğini mutlak düzeye tırmandırma amacına ya da “seçimli faşizmden”, “seçimsiz faşizme” doğru “süreç içinde” yürüyor.
Ergenekon ya da derin devlet en büyük adımı, “Çöktürme Planı’nın” AKP iktidarına dayatıldığı 2014 tarihli MGK toplantısında attı. ABD, Türk devletinin Üçüncü Dünya Savaşı’nda Rusya’ya yanaşmasına karşı, 17-25 Aralık operasyonuyla harekete geçince, Ergenekoncu güçler de karşı-harekete geçmiş, koltuğu sarsılan Erdoğan’ı çözüm sürecine son vermeye ve stratejik müttefiki Cemaat’i ve asıl olarak da Batı yanlısı asker-sivil bürokrasiyi tasfiye etmeye mecbur etmişti. Soylu polisin, Akar ordunun başına geçmiş, Türkeş’in “MİT ajanı” dediği Devlet Bahçeli de AKP’ye bir bakıma “siyasi kayyım” olarak atanmıştı. İkinci büyük adım 15 Temmuz 2016 darbesi ve onu takiben “Başkanlık” rejimine geçiş oldu. Erdoğan hem kişisel menfaati ve hem de İslamo-faşist ideolojisi nedeniyle, tüm yakın çevresini tasfiye ederek derin devletin “sivil Duçesi ya da Führeri” haline geldi.
Şimdi faşizm sürecinin son aşamasındayız. Geçtiğimiz gün Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu yurt dışındaki seçmenlere seslenirken, şöyle dedi: “Bu mesele artık bir seçimden öte bir referandumdur. Bir önceki referandumun ardından neler yaşadığımızı gördünüz. Bu seferki ise ülkemiz için son çıkıştır.”
Bu “son çıkışın” bütün adımları büyük ölçüde atılmış bulunuyor. “Seçimli faşizmin” gereği olarak Erdoğan 28 Mayıs’ta yeniden Başkanlığı kazanırsa, Türkiye büyük olasılıkla Batı’yla bağlarını koparacak, Üçüncü Dünya Savaşı’nda Rusya ve Çin’in yanında yer alacak, ekonomik krizin yükünü emekçi halkın sırtına yüklemek için de her türlü muhalefeti ortadan kaldıracak, “seçimsiz faşizme” geçmiş olacak.
“Muhalefetin ortadan kalkması” da “süreç içinde faşizme” özgü gerçekleşmekte. Derin devlet ve Erdoğan’ın yönettiği istihbarat unsurları yıllardan beri muhalefet partilerinin saflarında örgütleniyor. Amaçları bunları “şeklen yasaklamak” yerine, içeriden “kontrol” altına almak ve bunları “muvazaa muhalefet partisi” haline getirmektir.
Kılıçdaroğlu’nu arkasından hançerleyenler, rejimin CHP’deki “laik-Kemalist” unsurlarıdır. Bunların başlarında Tuncay Özkan bulunuyor. Özkan meşhur “Cumhuriyet mitinglerinin” örgütçüsüdür. Şu anda Bahçeli’yi yöneten eski MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’la sistematik olarak gizli görüşmeler yapmaktadır. AKP’nin mali desteği ile CHP medyasını ele geçirmiştir. Vaktiyle Kontr-terör Daire Başkanı olan Mehmet Eymür bir duruşma esnasında Tuncay Özkan’a “sen bizdensin” diyerek, onun MİT’le ilişkisini açık etmiştir.
14 Mayıs seçimlerinin birinci turu, İmamoğlu’nun değil, Tuncay Özkan’ın CHP Genel Başkanlığını ele geçirmek üzere Kılıçdaroğlu’nun yenilgisi için Şenkal Atasagun ile birlikte yıkıcı bir rol oynadığını gözler önüne sermiştir. Bir gazeteci seçim gecesi Tuncay Özkan’ın İmamoğlu ve Yavaş’a “onlara saygımdan dediklerini anlatmayacağım” diyerek yaptıklarını kamuoyuyla paylaştı.
Görünen köy kılavuz istemez. 28 Mayıs’ta yapılacak olan seçimde rejimin amacı Batı yanlısı Kılıçdaroğlu’nu tasfiye etmek, CHP’yi tümüyle kontrol altına almak, Yeşil Sol Parti’yi ise yine malum yöntemlerle saf dışı ederek fiilen “seçimsiz faşizme” geçmektir. Belli ki Kılıçdaroğlu bu tehlikeyi görmüş, “son çıkıştayız” diye feryat etmektedir.
“Süreç içinde faşizmin” son aşamasındayız. Bu da 28 Mayıs’ta yapılacak seçimin olağanüstü önemini ortaya koyuyor.
Hiçbirimiz nasıl bir rejimde yaşadığımızı unutmamalıyız. Muhalefet saflarına devletin sızdırdığı kim varsa bu aşamada varını yoğunu ortaya koymaktadır. Bırakın partilerin zirvesini, bu rejim muhalefetin seçim kurullarındaki üye ve müşahitlerinin bile arasına sızmıştır. Bu yolla Yeşil Sol Parti’nin oyları MHP’ye yazılmıştır.
Çivi çiviyi söker. Bu seçimde sandık güvenliği ve seçim zaferinin teminatı, yalnız fedakar müşahitlerin değil, oy veren milyonlarca seçmenin oy torbalarına sımsıkı sarılmasına bağlıdır.
Meselemiz Kılıçdaroğlu’nun kazanması değil, Erdoğan’ın iktidardan düşürülmesidir ve bu demokrasi değildir, “sivil şefinden” mahrum kalan ve böylece “seçmene” değil, sadece “mafyalaşmış devlet aygıtına” dayanan, o nedenle zayıflayacak olan rejime son vermenin başlangıcı olacaktır.
O halde “sandık başına”. Fırsat da felaket de önümüzde duruyor. Seçmek bize kalmış.
Yolunuz açık olsun.