14 Mayıs seçimleri Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeniden seçilebilecek kadar oy almasıyla neticelenmediği için seçim ikinci tura kaldı.
Diğer yandan, muhalefetin ortak adayı Kılıçdaroğlu da seçilemediği gibi, milletvekilliği seçimleri Millet İttifakı, özellikle de Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve İyi Parti (İYİP), Emek ve Özgürlük İttifakı’nı oluşturan Yeşil Sol Parti (YSP) ve diğer sol-sosyalist partiler ve hareketler ve Sosyalist Güç Birliği bileşenleri açısından da iyi sonuçlanmadı.
Öyle ki Erdoğan, rakibi Kılıçdaroğlu’ndan 4 puandan fazla oy alırken (yüzde 49, 24) , Cumhur İttifakını oluşturan partilerin milletvekillerinden oluşan blok yüzde 48,7 ile Meclis’te 323 milletvekilliği elde ederek çoğunluğu sağladı.
Bu sayı Anayasa değişikliği için gerekli milletvekili sayısı olan 360’ın altında kalsa da, iktidar bloku açısından her hangi bir sorun oluşturmuyor zira bu blok şimdilik mevcut anayasadan ve siyasal rejimden memnun (zaten bu rejimle birlikte gelen seçim yasası sayesinde çoğunluğa sahip olabildi).
Millet İttifakı’nın büyük bileşeni olan CHP geçmişte İYİP konusunda yaptığını tekrarladı ve “demokrasiyi savunmak” adına 40 civarında sağcı milletvekilini daha kendi listesinden Meclis’e sokmayı başardı (!).
Seçimlere Yeşil Sol Parti (YSP) adı ile giren ve ana bileşeninin Halkların Demokrasi Partisi (HDP) olduğu Emek ve Özgürlük İttifakı, 4’ü Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) ait milletvekillerinden oluşmak üzere, toplam 65 milletvekili çıkartabildi.
Sol Parti (SOL), Türkiye Komünist Partisi (TKP), Türkiye Komünist Hareketi (TKH), Devrim Hareketi (DH) ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi’nden (TSİP) oluşan Sosyalist Güç Birliği ise ancak yüzde 0,29 (toplam 159,405 oy) alabildi ve doğal olarak milletvekili çıkartamadı.
Tarihimizin en sağcı meclislerinden biri ile karşı karşıyayız
Özetle, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, genel olarak solun, sosyalist partilerin ve Kürt siyasal hareketinin oldukça zayıf, buna karşılık HÜDA-PAR da dâhil olmak üzere, laiklik karşıtı, siyasal İslamcı- aşırı milliyetçi-ırkçı partilerin güçlü biçimde temsil edildiği bir siyasal bileşimden oluşuyor.
21 yıllık neoliberal-siyasal İslamcı ve milliyetçi rejimin hem ekonomik hem de politik olarak en fazla yıprandığı bir dönemin ardından gerçekleşen bu seçimlerin öncesinde toplumda bu rejime ve iktidarına artık son verilebileceği inancı ve beklentisi oldukça yüksekti. Bu yüzden de sonuçlar büyük hayal kırıklığı yaşattı.
Hayal kırıklığı yaşanıyor
Çünkü derin ekonomik kriz, yoksulluk, yüksek enflasyon ve yaşanan çok büyük bir depremin yarattığı tahribatlar karşısında çaresiz ve etkisiz kalmış bir iktidarın değil, bunun karşısındaki muhalefetin her iki seçimi de açık ara kazanması bekleniyordu.
Ancak öyle olmadı. Seçimlerde yaygın usulsüzlüklerin olduğu, binlerce sandığın sonuçlarına yapılan haklı itirazlardan görülebilse de, bunların sonucu değiştirebilecek büyüklükte olmadığı anlaşılıyor.
Kahramanmaraş, Malatya ve Adıyaman gibi depremde yerle bir olan kentlerde AKP’nin oy kaybı yaşamasına rağmen, hala birinci parti çıkması ve Erdoğan’ın en yüksek oyları buralardan da alması ise açıklanmaya muhtaç bir durum. Kısaca konuyu “celladına âşık olma” hali ile açıklayabilmek mümkün değil.
Halkın ayağındaki prangalar
Bunca felakete rağmen, iktidarın değişmemesini, hatta Meclis’te daha da güçlenmesini sağlayan ve toplumun ilerici yönde değişim talebinin ortaya çıkmasını önleyen önemli siyasal, sosyolojik ve ekonomik faktörler olmalı. Bu faktörleri halkın ayağına takılmış olan pranga metaforu ile aşağıdaki gibi anlatmak mümkün.
21 yıllık AKP iktidarı bu ülke insanının ayağına birçok pranga taktı. İktidar bu prangalarla kendi seçmenini ve bir kısım orta sınıfa mensup kaypak seçmeni yıllardır etrafında tutabiliyor. 14 Mayıs seçimleri bu prangaların hala işlediğini gösterdi.
Yoksulluk
İlk pranga işsizlik ve yoksulluk prangası. Milyonlarca kalıcı işsizin olduğu bu düzende, bu pranga ile insanlar kölelik koşullarında çalışmaya razı edildiler, on milyonlarca yoksul ise hayırseverlik yardımlarıyla “al gülüm ver gülüm” misali iktidara bağımlı hale getirildi.
Borçlandırma
İkinci olarak, hızla tüketim toplumuna dönüşen ve “daha fazla tüketimin daha fazla refah” olarak anlatıldığı ülkede, bu tüketimden mahrum kalan ama onun peşinden koşan kitlelere borç prangası takıldı.
Gelirleri yetmeyen on milyonlarca hane ve insan kredi kartları ve tüketici kredileri ile tüketim yapmaya, çocuklarını özel okullarda okutmaya, bazıları otomobil ve ev almaya çalıştı.
Şimdi bu kesimler bu borçları faizleriyle birlikte geri ödeyebilmek için, “ekmeğin aslanın midesinde olduğu” bir dönemde işlerini ve düzenli gelirlerini korumak zorunda. Bu da onları başta emek ve demokrasi mücadelesi olmak üzere her tür mücadeleden uzak tutuyor ve iktidara (bazılarını istemeyerek de olsa) destek vermeye zorluyor.
Kürt Sorunu
Üçüncü pranga “Kürt Sorunu” ile ilgili. Yüzyılı aşkın süredir bir türlü çözülemeyen bu sorunun müzakere ve barış yoluyla çözümünden 2015 yılından itibaren vazgeçen iktidar bunun yerine askeri çözümü koydu. Bunun güçlendiricisi olarak da militarizmi ve milliyetçiliği körükledi.
Bu yüzden de özellikle seçim dönemlerinde Bölgedeki çatışmalar artıyor ve yoksul hanelere gelen “şehit cenazeleri” milliyetçi dalgayı ve eş anlı olarak iktidar blokunun oylarını artırıyor.
Siyasal İslam
Dördüncü pranga dinin siyasallaştırılması oldu. İktidarda kalabilmek, emek sömürüsünü ve yoksul halklar üzerindeki zulmü meşrulaşabilmek için din bir araç olarak kullanılıyor. Özellikle de politik ve ekonomik krizin derinleştiği 2016 yılından bu yana bu durum çok belirginleşti. Öyle ki Diyanet İşleri Başkanlığı bu amaç doğrultusunda açıkça kullanılıyor, bu kuruma devlet bütçesinden çok ciddi bir pay veriliyor.
AKP toplumun en küçük hücrelerinde dahi birebir örgütlendi
Bu prangaları sağlamlaştırabilmek için AKP teşkilatları devletin de desteğiyle, il il, ilçe ilçe, mahalle mahalle, ev ev, birebir düzenli ziyaret yapıyor. Bu amaçla bu bölgelerdeki sermayedarlardan bağış adı altında para yardımı alıyor ve dahası bu bölgelerdeki örgütlü dini cemaatleri ve tarikatları rahatça kullanıyor.
Muhalefet de militarist, milliyetçi söylemlere bel bağlıyor
Bu durum karşısında muhalefetin ortak adayı Kılıçdaroğlu da milliyetçilik ve sığınmacı karşıtı söylemlerini belirgin biçimde artırdı. Böylece militarist- milliyetçi ve sığınmacı karşıtı kesimden daha fazla oy alabileceğini düşünüyor.
Bu işe yarar mı, belki. Ancak Kılıçdaroğlu’nun daha önceki dindarlık ve milliyetçilik açılımları ve söylemleri ne kadar işe yaradıysa bu da ancak o kadar işe yarayabilir.
Kaldı ki bu yöndeki söylemlerin yükseltilmesinin ülkedeki ekonomik sorunların üstünü örterken, kimlikle ilgili sorunları daha da derinleştireceği ve faşizmin kurumsallaşmasına hizmet edeceği tehlikesinin bilincinde olmak gerekiyor.
Ayrıca bu söylemlerin, Suriyeliler sorununu bir “güvenlik sorunu” olmaktan ziyade “insan hakları sorunu” olarak gören ve Kürt Sorununun barışçıl yollarla çözülmesi gerektiğine inanan, barıştan, demokrasiden yana olan, başta kendi tabanının bir kısmını ve bu seçimlerde ona oy veren özgürlükçü laik Kürtleri kendisinden uzaklaştırabileceği tehlikesinin de farkında olmalı.
Yani Kılıçdaroğlu’nun “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmaması” gerekiyor.
Sosyalistlerin öz eleştiri yapma zamanı
Son olarak, özellikle de deprem bölgesinden AKP’ye çıkan oyların yüksekliği karşısında şok olmuş ulusalcılara, Kemalistlere, solculara ve sosyalistlere bir uyarıda bulunmak da yarar var.
Yukarıda kısaca sözü edilen prangaları, yaşanan son deprem sırasında muhalefetçe ve sol yapılarca sağlanan dayanışma yardımlarıyla, Kılıçdaroğlu’nun “depremzedeye bedava konut”, “en düşük emekli maaşı 15 bin lira olacak” gibi sözleriyle ya da ortaya döktüğü yolsuzluklarla kırabilmek ve bu yolla AKP tabanını önyargılarından vazgeçirerek özgürce düşünmesini sağlayabilmek mümkün değil. Nitekim bunların yeterli olmadığı 14 Mayıs seçimlerinde açıkça görüldü. Daha fazlasının yapılması gerekiyor.
Faşizmin panzehiri?
Cumhurbaşkanlığı ikinci tur seçimlerinde muhalefetin ortak adayını desteklemeye devam edeceğimiz açık çünkü bu demokrasi açısından son şansımız olabilir.
Diğer yandan, ülkedeki emek, demokrasi, barış güçleri olarak, başta işçi sınıfı olmak üzere, halkın düşüncesini ve buradan hareketle de oy davranışını değiştirebilmek için sabırlı olmamız, sol-sosyalist bir örgütlenmeyi esas alarak işçi sınıfının ve bir bütün olarak toplumun içinde olmamız, insanlarla bire bir ve düzenli olarak temas kurmamız gerekiyor.
Bu yolda, öncelikle mevcut düzeni ve onun sürdürücüsü iktidarların yaptıklarını bıkmadan usanmadan anlatmamız, teşhir etmemizin gerektiği de çok açık.
Ancak, tek başına bu yeterli olamayacağı için halkın önüne emek, demokrasi ve barıştan yana, eşitlikçi, özgürlükçü, gerçekçi, ayakları yere basan, topluma güven veren siyasal ve ekonomik seçenekleri koymak ve insanların bu seçenekleri sahiplenmesini sağlamak lazım.
Faşizmin kurumsallaşmasının adım adım tamamlanmakta olduğu bu tarihsel anlarda böyle bir söylem değişikliğine ve dönemin koşullarına uygun bir devrimci örgütlenmeye her zamankinden çok daha fazla ihtiyaç var.