1980 öncesinde bir sendikanın eğitim etkinliği dahilinde Ankara’dan İzmir’e gitmiştim. HAVAŞ servisinden indikten sonra bir taksiye bindim ve sendikanın adresini taksi şoförüne verdim. Sendika, betonla kaplı genişçe bir avlu içindeydi. Siyah bir Mercedes araba hızla önümüze geçip durdu, arabadan hışımla inen şoför arka kapıyı açtı, orta yaşlı tıknaz ‘şık giyimli’ adam indi ve hızla binaya girdiler. Gelen kişinin bir bakan veya vali olabileceğini düşündüm ama arabanın plakası kırmızı değildi… Ben de arkalarından binaya girdim. Kapıdaki görevliye: “Biraz önce gelenler kimdi?” dedim.. Görevli nerdeyse beni dövecek, “bilmiyor musun, başkan!” dedi. Ben de, “sizin başkan Mercedes’e mi biniyor” dediğimde, görevli: “ne yani, patronlar Mercedes kullanacak da bizim başkan Serçe’ye mi binecek” dedi. O zamanlar ‘Serçe’, İtalyan Fiat’ın Türkiye’de üretilen modeliydi, tabii mütevazı bir arabaydı…
Aslında, kapitalist toplumda işçi sınıfının durumunu, kapitalist sömürüyü, artı- değer teorisini anlatmam gerekiyordu ama konuyu değiştirdim. Sendikaların bürokratlaşmasıyozlaşması üzerine bir sunum yaptım… Ve sözümü esirgemedim, söylenmesi gerekeni söyledim. Başkan da salondaydı ve beni ön sırada izliyordu… Doğrusu nasıl tepki vereceğini merak ediyordum… Konuşmam bittiğinde sorulara geçildi. İlk sözü başkan aldı, başını arkaya çevirdi ve: “Arkadaşlar, hocanın ne dediğini duydunuz, sendikanıza, örgütünüze sahip çıkın” dedi… Beni bir kere daha şaşırtmıştı…
Geçtiğimiz günlerde TÜRK-İŞ Konfederasyonu’na bağlı Şeker-İş Sendikası Başkanı İsa Gök için 1 milyon liraya, Audi AG Sedan 3.0 Quotto marka bir araba satın alındığını duyduğumda, yukardaki anekdotu hatırladım… Kendi kendime, garp cephesinde yeni bir şey yok dedim… Türk-İş Başkanı Ergün Atalay, Şeker-İş Başkanı’nın “üzgün” olduğunu söylemiş ve “makam aracıyla gündeme gelmemeliyiz” demiş…
Aslında sendikacılığın diğerleri gibi bir ‘meslek’ sayıldığı durumda, Şeker-İş Başkanı’na bir milyonluk araç satın alınması neden şaşırtıcı olsundu… Bu durum, sendikaların ‘ne olmadıklarıyla’ ilgilidir… Nitekim, retorik başka olsa da sendikalar aslında sermayenin ve burjuva devletin hizmetine koşulmuş örgütlerdir… Fakat ortalama algı öyle değildir… Burjuva toplumunda sendikalar bidayette işçi sınıfının, emekçi sınıfın çıkarını savunmak üzere kurulmuş olsalar da, zamanla kuruluş amacına yabancılaşıyorlar… Dolayısıyla, misyonlarına ve varlık nedenlerine ihanet halindedirler… Elbette gerçekten misyonlarına ve varlık nedenlerine uygun davranan sendikacılar, sendikalar da vardır ve her zaman da vardı ama onlar sadece küçük bir istisnadır…
Genel bir çerçevede işçi sendikalarının misyonu, işçi sınıfını egemenler lehine ‘ehlileştirmek, uysallaştırmaktır…’ Tam birer ‘kontrol örgütüdürler’… Lâkin retorik farklıdır… Bürokratik yozlaşmaya uğramış tüm örgütler gibi fıtraten gericidirler… Sendika yöneticileri birer profesyoneldir. Aralarında 20-30 yıl sendika başkanlığı, yöneticiliği yapanlar vardır… Geride kalan dönemde işçiler ne zaman gerçek bir kazanım elde etseler, sendikaya, sendika bürokrasisine rağmen elde etmişlerdir… Yaklaşık 150 yıllık sendika pratiğine baktığınızda, sendikaların her kritik durumda sermayeyi ve onun devletini gözeten bir tavır sergilediklerini, sınıfa ihanet ettiklerini görürsünüz… İyi de neden öyledir? Zira, bürokratlaşmış, yozlaşmış bir işçi örgütü, kendi varlığını sömürü düzeninin devamında görür de ondan… Bu yüzden de asla ‘kapitalizmi aşmak’ gibi bir kaygı ve amaç söz konusu değildir… Sol aydınlar ve örgütler de ekseri sendikaları meşrulaştırıcı bir tavır içindedirler… Sendikalara dair gerçeği söylememeyi tercih ederler… Neymiş efendim ‘en kötü örgüt bile örgütsüzlükten iyiymiş…’ Demek ki, “en kötünün” bile iyisi mümkün! Bu saçmalığa kim inanır? Bu, ‘kavramın kendindeki çelişki’ değil midir? Sendikaların bürokratlaşmasını, yozlaşmasını eleştirmek, örgütsüzlüğü savunmak mıdır, örgüt karşıtlığı mıdır? Aklı başında biri örgütsüzlüğü savunabilir mi?
Büyük sendikaların yöneticileri, önemli bir finansal kaynağı tasarruf ederler… Üye sayısını daha etkin mücadele için değil, aidatları artırmak, kaynağı büyütmek için isterler. Kendi ücret ve ödeneklerini istedikleri gibi belirlerler… Lüks otellerde konaklarlar, birer burjuva gibi yaşarlar. Söylem farklı olsa da aslında “karşı tarafta” konumlanmışlardır… Yaşam standartları ortalama bir işçininkinden beş altı kat daha yüksektir. Lâkin işçi sınıfının ‘yüksek çıkarları’ söylemini dillerinden düşürmezler… Sendika kaynaklarını ‘özel çıkarları’ için daha çok kullanmanın yollarını ararlar…
Toplumun hiçbir temel sorununa dair söyleyecek sözleri yoktur. Yüzleri, sözde temsil ettiklerini söyledikleri işçilere/emekçilere değil, devlete dönüktür… İşçi sınıfının çıkarlarının değil, “devletin yüksek çıkarlarının” bekçiliğini yaparlar… Devletin ne mene bir şey olduğuna dair hiçbir fikir sahibi değillerdir… Tam tersine, burjuva devletin ‘kutsallığından’ da asla şüphe etmezler… Herhalde bunlara ‘gayri resmi devlet örgütü’ (GRDÖ) demekte bir sakınca yoktur…
Son birkaç yılda Türkiye’de sınırlı demokrasi, sınırlı özgürlükler ve haklar bir bir tasfiye edilirken, hukuk by-pass edilirken, yolsuzluklar zirve yapmışken, ülkenin varı-yoğu bir avuç soyguncu çetesi tarafından yağmalanır- talan edilirken, insanlar yazdıklarından, söylediklerinden tutuklanır hapse atılırken, ifade ve basın özgürlüğü yerlerde sürünürken, dinci gericilik devlet aygıtını ve toplumu kuşatmışken, Kürtlere yönelik devlet terörü 1920’leri, 1930’ları aratmazken, her geçen gün toplum despotik bir iktidarın oyuncağı haline gelirken, sosyal eşitsizlik skandal boyutlara çıkmış, işsizlik, yoksulluk ve sefalet zirve yapmışken, anlı-şanlı sendikalardan, sendikacılardan hiç ses çıktığını duyan var mı? Öyle bir şey mümkün müdür?
Makam aracı gibi şeylerin dışında bu yoz sendikacı taifesi ‘ne ile’ gündeme gelebilirlerdi ki…