Dünya edebiyatının en özgün yazarlarından biri olarak kabul edilen Franz Kafka, eserlerinde insanın korku, yalnızlık ve kendine yabancılaşmasını konu alır.
Daha önce de değinmiştim belki ama seçimin geldiği noktada seçmenin ahvalini göstermesi bağlamında güncelliğini koruması açısından yeniden konu etmekte beis olmasa gerek.
Kafka, Şato adlı romanında, esrarengiz bir kont, ona ait bir şato, diktatörce eğilimler gösteren ve hiyerarşi içindeki birçok yönetici ve görevli üzerinden, şeffaflıktan yoksun, işlemeyen kurumlarla otorite ve bürokrasiyi eleştirir.
Kafka bu eserinde alışılagelmiş otoritenin nasıl bir düzene dönüşebileceğini ve insanın bu otorite karşısındaki ezikliğini ve korkularını sorgular. Kafka bu ezikliği ve korkuyu sürekli itaat isteyen, son derece otoriter bir kişiliğe sahip olan babasından alır. Bu durum Kafka’nın hemen tüm eserlerine yansımıştır.
Zaten de bu durumu babasına yazdığı uzun bir mektupta belirtir: “Senin karşında bir parça da olsa direnebilmek için, kısmen de bir tür intikam olarak, çok geçmeden sende fark ettiğim küçük, gülünç şeyleri gözlemlemeye, biriktirmeye abartmaya başladım. Sözgelimi senin çoğu zaman yalnızca görünüşte senden üstün olan kişilere kolayca hayran kalmanı ve bunlarla böbürlenmen üzerdi de beni.” (Babaya Mektup-Can Yayınları-Çeviri: Cemal Ener)
Kafka bütün bu ezilmişliğine karşın babasına karşı bir hayranlık da duyarmış. Nihayetinde babası, bu da anlaşılır bir şey tabi. Ancak Kafka’yı tenzih ederek söyleyelim; bir de psikolojide “Otorite Seviciliği” denen bir durum var ki akla ziyan.
***
Evet. Psikolojiye göre gücünü ortaya koyamadığı için kimi insanlar otorite sevici olurmuş. Güçlü olanın yanında olmak onlara kendilerini daha iyi hissetmesini sağlarmış.
Siyasette demokratik hakların ve özgürlüklerin tümüyle baskı altında tutulduğu, siyasal erkin bir elde toplandığı, otoriter iktidarlar gücünü bu tip insanlardan alır. En kullanışlı en makbul vatandaş tipi sorgusuz sualsiz biat edendir iktidar için. Eleştirmeyen, hesap sormayan, otoriter yapının her dediğini, her yaptığını amasız fakatsız kabullenen-yetmedi- bunun çığırtkanlığını yapan, bunu eleştirenleri de “hain”likle suçlayan bu tiplerlerdir.
“Devletin her zaman sahip olduğu tek amacı bireyi sınırlamak, evcilleştirmek ve tabi kılmaktır o ya da bu genel ilkenin kulu haline getirmektir” diyor Max Stirner.
Biat kültürünün hakim olduğu bir yapıda otoritenin her dediği ve her uygulaması koşulsuz olarak kabul görür. Düşünmek akıl yürütmek lidere devredilmiştir. Vatanseverlik onların tekelindedir.
***
Yıllar boyunca, korkularla beslendi toplum. Siyasette yıllarca paranoyalarla ve buna bağlı olarak algı yaratmakla yönlendirildi toplum. Toplumda düşünceleri biçimlendirmeye yönelik tüm korku, kaygı ve fobiler bu algı mühendisliğiyle oluşturuldu. İçinde düşman, hain sözcüğünün geçmediği bir argüman oluşturmak nasip olmadı siyaset erbabına. Kendi görüşünün dışındaki herkese düşman gözüyle bakılır oldu.
Algı yönetimlerinde tehdit algısı ya da düşman algısı yaratmak işin olmazsa olmazıdır. Bu konuda ‘iç’ ya da ‘dış’ fark etmez. Hatta iç, dışla bağlantı içinde gösterilse getirisi daha fazladır.
Sorunlar, aksaklıklar olduğunda, işler yolunda gitmediğinde her şey bu ‘düşman’a bağlanır.
Bazen bir düşman az gelir, kolonlama usulu çoğaltmak zor bir iş değil. Fazla düşman göz çıkarmaz, dursun kenarda, onun da günü gelir.
İnsanın insana karşı başlattığı taarruzun haklılığını ya da haksızlığını tartışmaya yanaşmıyoruz. Oysa hakkaniyet dediğimiz şey biraz da hayatın sağlamasını yapma cesareti ve erdemidir. Yüzleştirebilmektir, araştırıp hakikatleri ortaya dökebilmektir. Yüzleştirip doğruyu bilebilmektir.
Yüzleşmeyen hayatın kibri, pervasızlığı, acımasızlığı ve bencilliği ortadadır. Yüzleşmek hayatın kendi doğal akışını bulmasının bir yoludur. Bu yüzden adaletin terazisinde yüzleştirmeli hayatları.