Tüm dünya ülkeleri için ‘Hukuk devleti’ tanımı sadece ve sadece iktidarlar ve o iktidarlara biat eden kitlelerin iddia ettiği bir savdır. Bu sav, iktidarda olanların eylemlerine meşruluk, haklılık ve hukukilik sağlar.
Oysa hukuk uluslar üstüdür. İnsan aklının gelişimine paralel bir şekilde pek çok evrensel kuralı benimsemiş bir bilim ve disiplindir aynı zamanda. İşin aslında ‘hukuk’ ve ‘devlet’ tanımlarını yan yana kullanmak da bir hayli çelişkiyi barındırır içinde. Devlet adına hareket edenler kendi ihtiyaçları doğrultusunda evrensel hukuk kurallarını istedikleri şekilde eğip bükme gücüne sahiptir. Gerekli gördükleri hallerde hukuk ilkelerini çiğnemekte bir sakınca görmezler. Üstelik bu güç de ‘devletler hukuku’ tanımı ile meşrulaştırılmıştır. Ebeveynin çocuğunu, kocanın eşini hırpalamasını, aile içi şiddeti belli bir noktaya kadar meşrulaştıran anlayış, devletlerin de kendi halkını hırpalama hakkını meşru görmekte.
Kendi halkına zulmeden despot yönetimlere müdahale etme iradesi ancak Kongo veya Bolivya halkının kurtuluşu için hayatını kaybeden Che Gueavara, İspanya iç savaşındaki enternasyonal müfrezeler, rahip Desmond Tutu veya rahibe Tereza gibi figürler için söz konusudur. Ama mesele bireyler değil de devletler meselesine geldiğinde, ABD’nin bu gerekçe ile Libya, Irak ve Suriye’de, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’da, ABD, AB, gerici Arap ülkeleri ve Türkiye’nin Suriye’de gerçekleştirdikleri operasyonlar despotizmle mücadele değil, doğrudan emperyalist eylemler olarak tanımlanır.
Bu genellemenin ardından kendimize bakarsak, Türkiye açısından asıl olan hukuk değil devlettir. Ülke siyasetini belirleyen aklın tarihsel arka planında “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” özdeyişi yatıyor. Bunun daha sonraki zamanlarda güncellenen ifadesi ise “Söz konusu vatansa (devletse) gerisi teferruattır” ile çıkıyor karşımıza. ‘Teferruat’ olarak tanımlananların evrensel hukuk ilkeleri, insan hakları gibi anlayışları kapsadığını hatırlatmaya gerek bile yok. Egemen Türk düşünce yapısına göre devletin bekası insan aklının çağlar boyunca geliştirdiği tüm değerlerin üzerindedir. Bu aynı zamanda devleti yönetenlerin bekasıdır her şeyden önce. Bilirler ki 1915 soykırımının, Seyfo’nun, Dersim tertelesi’nin, 77 Bir Mayısının, Maraş’ın, Çorum’un, Madımak otelinin, Roboski’nin, Suruç ve Ankara gar katliamlarının hesabı bir devlet bekası meselesidir. Bu meselenin çözümlenmesi ise leşlerinin kuzgunlara yem olması sonucunu doğurur.
O yüzden de kelimenin tam anlamı ile bir hukuk rezaleti olan Amerikalı rahip davası atlatılırken cümle devlet ricali “Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir” teranesini tekrarlayıp duruyor.
Her yönetim eylemlerini hukukla açıklamak zorundadır. Ama hukukun farklı yorumları, farklı anlayış ve uygulamaları olduğunu da biliyoruz. Asur kralı Hamurabi’nin yazıya döktüğü ve günümüze ulaşabilen kanunları, bilinen ilk yazılı, yasaya dönüşmüş kurallar metni olarak tanımlanır. Ardından gelen Roma hukuku ve teokratik hukuk örnekleri olarak İslami öğretiye dayanan şeriat, orta çağ Avrupa’sını kasıp kavuran engizisyon insan aklının çağlar içinde gelişerek aştığı hukuk öğretileri olarak fakültelerde okutuluyor.
İçinde bulunduğumuz 21. yüzyılda varlıklarını sürdürmeyi başarabilen krallık rejimleri eski çağların hukuk anlayışlarını sürdürmek zorunda. Bu durum o krallık düzenleri açısından gerçekten de bir beka sorunudur. Suudi Arabistan’da kadınların otomobil kullanmasının yasaklanması aslında bir gerekliliğin, beka meselesinden kaynaklanan bir gerekliliğin sonucudur. Gerçekten de çağın gerisinde kalan rejimler var oluşlarını ancak çağın gerisinde kalmış hukuk düzenleri ile sürdürebilirler.
Zamanın kurgusu ilerlemeyi gerektirir. Kolumuzda taşıdığımız saat, o çok geniş algısı içinde basit gibi görünse de, zaman kavramının en önemli simgelerinden biri. Akrep ve yelkovan biteviye ilerlemek zorundalar. Zembereği düzgün kurulmayan bir saat geri kalabilir, hatta durabilir de, ama asla geriye doğru çalışmaz.
Günümüzde Türkiye’de yaşadığımız sıkıntı saati geriye doğru işletme gayretinden kaynaklanıyor. “Toplumsal uyanış iktisadi gelişmenin önüne geçti, o yüzden darbe yapmak zorunda kaldık” diye açıklamıştı 12 Mart 1971 darbesinin komutanlarından Memduh Tağmaç. Saati on yıllığına geri götürdüler. 12 Eylül 1980 bir kez daha saatlerin on yıl geri alınmasına yol açtı.
AKP 2002’de önemli bir birikim sağlayan, bu birikimin önünü açacak siyasete gereksinim duyan Anadolu kaplanlarını temsil ederek iktidara geldi. Öncelikli hedefini Avrupa Birliği’ne tam üyelik olarak açıklayan AKP geçen süre içinde bu hedefin çok gerisine düşünce, toplumu zamanı geriye doğru işleterek oyalamaya, iktidarı gerici bir hukuk anlayışı ile pekiştirmeye çalışıyor.
Kriz yaşayan ekonomik ortamda hukuk da aynı krizi yaşamaya mahkûm.