Türkiye’de devlet endeksli siyaset bakımından en hayati meselelerin başında, hadi adını da koyarak söyleyelim, Kürtlerin ayrılıkçı bir talep etrafında siyasallaşmaları gelmektedir. Bu konunun bu denli önemli olmasını anlamak da zor değil kuşkusuz. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti Devleti, içinden çıktığı Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak kayıpları sonrasında çok küçük bir ülke olarak kalmıştır. Örneğin 17. yy.’da 7 milyon metre kare olan Osmanlı topraklarının yüz ölçümü, 1875’de 5,5 milyona, 1913-14 tarihlerinde 2 milyon metre kareye ve son olarak da Türkiye Cumhuriyeti’nde 783,5 metre kareye düşmüştür. Bu topraklar üzerinde bugün Balkanlarda 16, Kafkasya’da 4, Ortadoğu’da 16, Afrika’da 16 olmak üzere 52 bağımsız devlet kurulmuştur. Böyle bir tarihi olan bir toplum 100. yılını kutladığı şu sıralarda bölünme korkusu yaşamasın da ne yapsın?
Ama burada yanlış olan bir şey var. O da bu toplumun aslında başlangıçtan beri “bölünmüş” bir toplum olduğu gerçeği. Ne demek mi istiyorum?
Batı’da ulus devletler homojen topluluklar üzerinden yükseldi. Dil, din ve kültür gibi ortak değerleri paylaşan halklar, imparatorluklar sonrasında ulus devletler olarak örgütlendiler. Oysa bizim gibi çok daha karmaşık toplumsal yapıları olan ülkelerdeki topluluklar ise başlangıçtan itibaren heterojen nitelikteydiler. Yani bu tür topluluklarda üzerine yükselecek homojen bir ulus olmadığından toplumda hakim olan bir kimliğin belirlediği biçimde ulus-devlet olarak kuruldular.
Bizde bu durum tam da böyle oldu. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının önündeki model ulus-devlet modeliydi ve fakat dayanacak tek bir homojen “ulus” topluluğu olmadığı için “Türklük” ve “Sünni İslam” ortak paydalarında imparatorluk bakiyesi toplulukları bir araya getirerek, onlardan oluşan bir “ulus” yaratarak Türkiye Cumhuriyeti devletini kurdular. Böylelikle Osmanlı bakiyesi toplulukları bir araya getirmesine getirmiş oldular ama bazı topluluklar bunun dışında kaldılar. Kürtler, Aleviler, Ermeniler, Süryaniler ve hatta farklı İslami topluluklar kendilerini kurulmuş olan bu devletin parçası olarak görmekte zorlandılar. Bu anlamıyla diyebiliriz ki Türkiye toplumu başlangıçtan itibaren “bölünmüş” bir toplum olarak tarih sahnesine girdi.
Bir başka ifadeyle, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bu denli farklı kimliklerden bir “biz” duygusu ve anlayışı üretmemiş olması, 100. yılını kutlayacak olan bir devlet açısından bir başarısızlıktır. O nedenle de bugün siyasetin en önemli sorunu da bu bölünmüşlükten nasıl bir “biz” oluşturabiliriz sorunudur.
Bu konuda tavır koyan siyasetlerin içinde ilginçtir, her ne kadar iktidar tersini söylese de, ilk ve hatta tek siyasi çaba Kürt siyasetinden gelmiştir. Bölünmeyi değil tam aksine “bölünmüş” bir toplumdan, içinde bütün farklı kimliklerden oluşan bir “biz” düşüncesi ve duygusu yaratmayı amaçlamıştır.
Ama hakkını yememek de gerekir ki bu seçimlerde Türk tarafından da benzer çabalar ortaya çıkmış, “Sünnileri”, “Alevileri” ve “Kürtleri” içine alan bir “biz” yaratma düşüncesi daha da gelişmiştir. Tabii ki böyle girişimler kişisel olmaktan çok kurumsal parti yapılarında da kabul görmüş olması gerekir. Her ne kadar henüz bu yönde bir işaret görünmemekteyse de yine de umutlu olmakta yarar var.
Bugün seçimler olacak ve biz akşama toplumun tercihlerini görmüş olacağız. Bu tercihin demokrasiden, özgürlüklerden ve barıştan yana olması umuduyla herkes için hayırlı olmasını dilerim.