Gelinen noktada asıl soru hangi burjuva kliğin seçimi kazanıp kazanmayacağı değil, mevcut iktidar blokunun seçimi kazanması ya da kaybetmesi durumunda nasıl bir tutum alacağıdır. Bakan gömleğini çıkarmadan seçim çalışması yürüten Süleyman Soylu’nun sözünü ettiği “kaos planı”nın nasıl hayata geçirileceğidir.
Devrimci ve sosyalistlere yönelik gözaltı ve tutuklama terörü bu konuda yeterince fikir veriyordu. İlk onlardan başlandı ve yapılan adeta bir “mıntıka temizliğ”ydi. Kürt gazeteciler, avukatlar, siyasetçiler, milletvekili adayları, yurtsever emekçiler her istediğinde kurulan senaryoların altına imzası yapıştırılarak “tanık” sıfatı kazandırdıkları bir itirafçının “beyanlarıyla” gözaltına alınıp tutuklandı. Amaç hem “terör” propagandalarına sahicilik kazandıracak bir mizansen hazırlamak hem gazetecileri hapse atarak olup bitenleri halktan saklamak hem de sandık başında yaşanacak envaı-i çeşit hile için zemin hazırlamaktı. Seçim atmosferinin yarattığı politizasyonun halkın örgütlenmesini pekiştirmeye tahvil edilmesi karşısındaki tahammülsüzlükse bakiydi.
Ardından ESP’li devrimciler hedefe çakıldı. Gözaltı ve tutuklamalarla olup bitenler karşısında tepkisiz kalmayacak kesimlerin budanması amacının belirleyici olduğu bu operasyonların arkası, aralarında Yeni Demokrasi gazetesi muhabiri Ertan Çıta’nın da bulunduğu Partizan’la geldi. Burada da halktaki politizasyonu devrimci yönde örgütlemeye duyulan tahammülsüzlük açıktı.
Sosyalistlere, devrimcilere, yurtseverlere yönelik bu saldırılar karşısında burjuva muhalefet sessizleri oynadı. Keza, sistemin bekası açısından tehlike olarak görülen hedefler onlar açısından da tehlikeydi.
Başka bir ülkede yaşanıyormuşçasına görmezden gelinen bu gelişmelere kutuplaştırıcı dilin daha da keskinleşmesi eşlik etti. İş, Bahçeli’nin yaptığı gibi seçim meydanlarından ölüm tehditleri savurmaya, seçimin “darbe” olarak tanımlanmasına vardırıldı. İktidarın tüm elitlerinin kutuplaştırıcı dili zehir kıvamında keskinleştikçe keskinleşti.
Bu gidişat Erzurum’da Ekrem İmamoğlu’nun mitingine yönelik tezgahlanan bir provokasyona, Tarsus’ta Yeşil Sol Parti’nin seçim aracı ve Trabzon’da Millet İttifakı standına saldırı biçimine büründü. Yeşil Sol Parti’nin seçim çalışmalarına dönük saldırılar sürecin başından beri şu ya da bu şekilde vardı zaten, polis terörü de cabası…
Tüm bunlar içinde Erzurum’da yaşanan ve iktidarın, “asıl İmamoğlu provokatörlük yaptı” söylemleriyle tersine çevirmeye çalıştığı organize saldırı, tırmandırılan gerilimin yeni bir aşamaya taşındığının ifadesidir. Çünkü bu olay, mevcut iktidar blokunun tarihsel gericilik birikimiyle sarhoş ettiği tabanının istediğinde nasıl bir saldırganlıkla kuşatılacağının resmi gibidir.
Bilinir, faşizm sadece geçici bir diktatörlük değildir. O aynı zamanda ‘devlet ve toplum arasındaki ilişkilerin derinden bir yeniden örgütlenmesidir’. Bunun için zor önemli bir araçtır. Ama ona, ideolojik-siyasi-ekonomik temellere dayanan bir toplumsal örgütlenme çabası, rıza üretimi eşlik eder. Çizdiği sınırlara itaat etmeyenleri kendi organik parçası haline getirdiği paramiliter güçler ya da resmi zor aygıtlarıyla bastırırken geri kalanları çeşitli araç ve biçimlerle devletle derinleşmiş bir ilişki içine sokar. MHP, HÜDA-PAR, SADAT gibi paramiliter güçler bu kimlikleriyle bilinir.
Ama AKP’nin yıllar içinde ekonomik çıkar, ideolojik-siyasi argümanlar ve kaygılarla kemikleştirdiği tabanı şimdiye kadar 15 Temmuz darbe girişimi ve birkaç örnek dışında sokakta terör estirecek bir motivasyonla harekete geçirilmedi, geçmedi. Fakat Erzurum’da sergilenen organize provokasyonda bu tabanın en kemik unsurları oldukları anlaşılan kesimler de MHP’lilerle birlikte sahne aldı. Son günlerde sosyal medyada bir trol ordusunca yürütüldüğü anlaşılan çalışmalardan yansıyanlarla da bu tabanın artık “geleneksel” AKP tabanı olmadığını, istendiğinde sokağa dökülerek terör estirebilecek bir nitelik kazandığını anlıyoruz.
Ama bunun istendiği düzeyde olmadığını da…
Erzurum gibi tarihsel gericilik birikiminin önemli simge kentlerinden birinde onca çabaya, polisin seyirciliğine, belediye başkanının provokatif açıklamalarına rağmen tezgaha dahil olanların sayısı yüzlerle ifade edilecek sınırlarda kaldı. Belki de bu kontrollü, sınırları çizilmiş bir provokasyon olduğu için böyle kaldı. Bu böyle olsa bile gördüğümüz gerçek; olası bir yenilgi ya da kazanma durumunda bu tabanın harekete geçirilme potansiyellerinin azımsanmayacak düzeyde olduğudur. Seçim kaybedilirse kaos planının bir parçası haline getirileceği; kazanılırsa da rejimin devletle-toplum arasındaki ilişkileri derinlemesine yeniden örgütlemekte aktif bir mobilize güç olarak kullanacağı anlaşılmaktadır.
Bu gerçek karşısında Kılıçdaroğlu gibi aktörlerin “az kaldı, geliyoruz ve her şey bahar olacak, sabredin” yaklaşımları çıkmaz bir sokağa sıkışmaya adaydır. Tam da bu noktada Bernstein’ın Bismark’ın yasaları karşısında ölü böcek taklidi yapmayı salık veren tutumu karşısında Marx’lar tarafından ifade edilen şu sözleri yinelemek isabetsiz olmayacaktır:
“Bunlar 1848-1949’daki her türlü eyleme yönelik korkularıyla hareketi her adımda geri çeken ve sonunda çöküşüne neden olanlarla …. Aynı insanlardır; hiçbir zaman gericiliği göremeyen ve sonunda kendilerini ne kaçmanın ne de direnmenin mümkün olduğu kör bir ara sokakta bulmaktan şaşkına dönenlerle aynı insanlardır.”