Ahmet Karadağ’ın Tutsaklığın Üç Hali öykü kitabı doğru tabirle üzeri sünger ya da yumuşak bir malzemeyle kamufle edilmiş demir yumruğa benziyor, vurdu mu yere seriyor. Sersemletici… Görüyorsun, gardını alıyorsun ama aparkatı nerenden yiyeceğini kestiremediğinden iki büklüm oluyorsun.
Daha ilk kitabı olmasına rağmen üslubunu yakalamış bir yazar var karşımızda. Karakterlerini nasıl konuşturacağını bildiği gibi sırlarını açık etmiyor. Okuyucuyu küçük sürprizle neşelendiriyor. Okuyucunun ağız tadını bozmayı da biliyor, okumanın başlı başına bir huzur bozma eylemi olduğunun farkında. “Oturmaya mı geldik?” diye sorarken bunun bir soru olmadığını okuyucunun kucağına bıraktığı darbe tesirli hüznün az sonra kedere evrilişinde daha iyi anlıyoruz.
Taşra insanının uzanan eli
Ahmet Karadağ’ın Klaros Yayınları’ndan çıkan Tutsaklığın Üç Hali öykü kitabını okurken ilk izlenimim, Ercan Kesal öyküleri çerçevesinde içimizi yakan ama yandığımız yerden de kalkmayı becerebileceğimiz öykülerle karşılaşacağızdı. Orta Anadolu’nun bozkırlarında küçük meşgaleleriyle mutlu mesut yaşarken ayaklarına dolanan ufak pürüzleri dayanışmayla atlatan içli, sakin taşra insanının genişleyen mutluluklarını okuyacağımı sanmıştım ama yanıldım. Çünkü bundan fazlasıyla karşılaştım.
Karadağ, günlük rutinlerimizde gözümüze değmeyen ama sonrasında tortusunu hissettiğimiz, taşıdığımız bir şekilde bize değen olayları edebi süzgecinden geçirip bize sunarken fark etmenin sorumluluğuyla sesleniyor okuyucuya.
Vay, Ken’t ve Kıssa adlı üç bölümden oluşan öykülerin meramlarına gelirsek
Dr. Ahmet K.’nin Tuhaf Hikayesi: Kafka’nın Böcek, Değişim ya da Dönüşüm kitabına atıfta bulunarak aniden bir yazma isteği gelen, bu isteği yazmadan atlatamayan bir adamın hikayesini anlatırken Sait Faik’i de anmadan geçmiyor. Bu arada Kafka’nın bahse konu kitabını daha farklı isimlerle çeviren yayınevleri de oldu maalesef.
Belki şehre bir film gelir, hadi gülümse
Kasabada Kısa Bir Süre: Kemal Burkay’ın Gülümse şiirindeki “Belki şehre bir film gelir” dizesindeki gibi şehre gelen sirk gösterisi sonrasında yenilenen insanları, diğer taraftan da şehrin, kasabanın dışına bırakılan yılkı atlarının hüzünlerini andıran umut satan umutsuz insanları anlatıyor.
Avemeler Şehirlerin Şımarık Konsomatrisleridir: Yılların tacirini, pazarcısını, esnafını iki dakikada palyaçoya çeviren, insan öğüten, dönüştüren AVM’lerin misyonunu ağzı süt kokan, dünkü çocuk sayılan şımarık, hadsiz bir tezgâhtarı öyküye dâhil ederek kotarıyor.
Trenler Bekletilmez: Kendini, insanlar, duraklar, duygular arasında bir elçi, ulak gibi gören makinistin hız çağına ayak uyduramaması sonrası anavatanımız olan çocukluğumuza ışık hızıyla götürülüşümüzü oldukça hisli bir şekilde dile getiriyor.
Sa(n)tranç: Havalandırma mazgallarından dışarı akan, koğuşuna taze hava getiren, beklentiyle zaman geçiren, umudu dürten, delirmemek için okuma heyecanını diri tutan bir tutsağın komşu koğuştaki yarı akıllı birinden medet ummasını anlatıyor.
Yüzyıldır değişmeyen gelenek; cenazeyi vermemek
Babası Ölünce Çocuk: 80 darbesi esnasında komünist avlayan rejim askerlerinin öldürdüğü babasının yasını tutan, tutunamayan bir gencin babasına olan tutkusunu, özlemini, sevgisini anlatırken günümüze kadar hiç değişmeyen “aykırı, komünist, öteki, anarşist, bölücü” diye yaftalananların cenazelerinin nasıl da gizlice gömüldüğünü ya da saklandığını…
Şehirler Ölmek İçin Elverişli İmkânlar Sunar: Taşralının küçük hesapları inadından yeğdir. İnat murattır ve hiçbir zaman o muradına ağız tadıyla varmaz, yaşamaz.
Jartiyer: Koğuş araması (yağmalama) sırasında siyasi koğuştakilerin hediyesi sonrasında gardiyanın ortaya saçılan foyası…
Tutsaklığın Üç Hali: Belki de bütün kitabı özetleyen, insanın, tutuk, çıkmaz ve tökezlenme hallerinden nasıl umutla çıktığını…
Ölüm Gibi Bi’şey Oldu Ama…: Bir şairin (Rimbaud), kocası Artin’den kalan evi terk etmeyen Eleni’nin ve giyotinin ucunda krala biat etmeyen isimsiz bir serserinin üzerinden, şimdi kimin söylediğini hatırlayamadığım, “Bir insan, onu hatırlayan son kişi öldüğünde ölür” sözünün öyküleşmiş halini okuyoruz.
York Düşesi Beatrice: Bir buğday başağının doldukça eğilişini, boş insanların nasıl da kibir budalası olduğunu…
O da Seher Diyor Sonuncusuna: Anılarını, geçmişini, belleğini kaybedip karanlığa gömülen bir anneyi anlatırken okuyucuyu üç kuşak üzerinden yolculuğa çıkarmış.
Postmodern sorunları karikatürize ederek reddeden, karşıtıyla vuran taşra güzellemesi bu sıcacık öykülerin yazarı aynı zamanda KHK mağduru bir tıp doktoru. Dönemin yarattığı insan tipinin ipliğini pazara çıkaran bu öyküleri seveceğinizi sanıyorum.