Yönetmenliğini Somnur Vardar’ın yaptığı “Boşlukta” filmi, İstanbul Film Festivali Ulusal Belgesel Yarışması’nda en iyi belgesel ödülünü kazandı. Uzun metrajlı film tadı veren belgesel, aynı anda birçok konuyu düşündürtecek bir derinlik ve kapsama sahip. Kurgusu, kamera kullanımı ve yakalanan simgesel anlamlarla tema arasındaki uyum güçlü bir sentez olup sayısız düşünceye dalmanızın daveti haline geliyor. Sanatın gücünün ne olduğunu bir kez daha anlıyorsunuz.
Bir kule vincin sepetinden sarkan sicimlerin boşlukta sallanan görüntüsüyle başlıyor film. Bir şantiyeye dönüşen, devasa binalarla adeta betondan korkuluk haline gelen kentin, insanın nefesini donduran soğukluğunu hissettiren karelerle ilerliyor. Hafızası betona gömülmüş, kimliğini kaybetmiş, tarihsel dokusu, yeşili beton canavarı içinde kaybolmuş bir kenttir bu. Yakalanan bir karede sahilde yüzen insanların yanı başına yığılmış inşaat atıklarını görürsünüz. Başka bir karede yıkılan bir binanın tozu, toprağı güzelim palmiyenin üstüne yağar. Toplumsal hayatın, gündelik yaşamın dekoru olmuştur bu beton saltanatı. Ürperirsiniz.
Her gün içinde yaşadığımız ama bir şekilde kanıksadığımız ve aslında yabancılaştığımız bir gerçeği sanat tüylerinizi ürperterek gösterir. Neleri kaybettiğimizi, kaybettiklerimizin yerine nelerin konulduğunu ve o konulanların bize aslında nasıl bir toplumsal yaşam vadettiğini sabit kamera kullanımının soğuk-dışardan objektifiyle buluşarak duyumsarsınız. Her gün yaşadığınız gerçeklik bir heyula gibi üstünüze çöker adeta.
Sonra kamera işçi koğuşlarına, kule vinçlere tırmanan, sıva yapan, tuğla taşıyan, mala sallayan işçilerin çalışma alanlarına yönelir. Daha hareketli, yer yer yakın yer yer uzak çekimle işçilerin iç dünyalarına, hayal ve beklentilerine, içinde yaşadıkları koşullara, katmerli emek sömürüsünün ta içine girersiniz. “Zaman bir kurşun gibi uçacak, bir bakmışsın saçların ağarmış” der bir işçi. Onlar için hayatın ne kadar düz, ne kadar hızlı ve kısa olduğunu anlatırcasına.
Sabit kamerayla çekilen o beton heyulaların “görkeminin”, şatafatının bu ellerden çıktığını, çalışırken akıtılan teri, gerilen kasları görürsünüz. Sonra aklınıza Marx’ın yabancılaşma ve meta fetişizmi üzerine yazdıkları gelir. Üretim-bölüşüm-mübadele-tüketim gibi görünen kapitalist zincirin temelinde üretimin bulunduğunu bir kez daha anlatırcasına… Üretimin tüm bu dizi içinde hem herhangi bir parça gibi görüldüğü ama hem de aslında hepsini yaratan şey olduğunu bileniniz bile filmin akan kareleri içinde bunu yeniden keşfetmiş gibi olur. En başta üreten işçinin ya da her birimizin bu gerçeği görmeden ortaya çıkan sonuçlarla muhatap olduğumuzu düşünüsünüz. O binaları diken işçinin bir evinin olmadığını ve dikilen o binaların nasıl yaratıldığının o şatafatın arkasında gizli kaldığını… Sabit kameranın kentin soluğunu kesen o binalara odaklandığı kareler, izleyen herkese “nasıl meydana getirilmiş, arkasında ne kadar büyük bir insan emeği var” duygusu yaratacak bir çarpıcılıkta.
Çoğu gurbetçi ve Kürt olan inşaat işçilerinin kaldıkları işçi kamplarına ya da bekar evlerindeki hayata odaklanan karelerde içiniz içinize sığmaz. Teoride bildiğiniz, hatta pratikte yaşadığınız gerçekler, sanatın diliyle beyninize, yüreğinize bir kez daha hücum eder.
Tüm hafta boyunca çalışan bu insanların “boş zamanları” bile kendilerini yeniden üretime hazırlamakla geçer. Çamaşır yıkarlar derme çatma banyolarda, her şey insan sağlığı açısından elverişsizdir. İnsanlıklarını hissedebilecekleri sosyal etkileşim kanalları çok sınırlıdır. İşçi koğuşlarında kurdukları mütevazı sofralarda edilen sohbet ya da denize gitmek, bir yakınıyla buluşmak kadardır bu sınırlar. Ailelerini bile arayamayacak kadar yorgun düştüklerini “İş çıkışlarında arayayım diyorum olmuyor, yakında beni unutacaklar” serzenişiyle özetler bir işçi. Yakınları orada, onlar buradadır, içleri kan ağlar ama ekmek belasına kalmak zorundadırlar.
Bir işçi yatakhanedeki rutin sohbetlerinden birinde özetler her şeyi: “Dedem inşaat işçisiydi, babam inşaat işçisi, ben de inşaat işçisiyim…” Çocuğunun kaderinin de farklı olmayacağını söyler. İçlerinden öğretmen olup ataması yapılmayan da vardır, üniversiteye girmeye çalışan da. Ama ne okurlarsa okusunlar “kaderlerinin” değişmeyeceğini bilirler. Sınıf atlama dertleri yoktur, sadece bir nebze daha iyi koşullardır hayal ettikleri, ama çok genç oldukları halde bu dünyanın kanununu erken yaşta öğrenmişler. En fazla başka bir ülkeye giderek belki bir ev alabilecekleri para biriktirebilirler, çocuk sahibi olanların buradaki ücretle iki yakasını bir araya getirmeleriyse mümkün değildir, Cezayir’e dönerler yönlerini.
Film tüm bu gerçekleri imgelerle, yakaladığı kareler, edilen sohbetlerde bulduğu çarpıcı cümlelerle son derece akıcı ve etkileyici bir derinlikle sunuyor. Bağırmadan, ajitasyon yapmadan odaklandığı konuda neyi aradığını bilmenin gücüyle son derece doğal bir şekilde yansıtıyor. Anlattığı hikâye de aslında işçi sınıfının bütününün hikayesidir.
Bu hikâyede örgütlenme yönelimine girmek de vardır. Orman kanunlarının hüküm sürdüğü inşaat cangılında örgütlenme çalışması yürüten İnşaat İşçileri Sendikası’yla kesişmiştir işçilerin yolu. En temel hakları olan ücretleri bile ödenmediği için direniş yapmak zorunda kalırlar. Direnişte bir sınıf olmanın anlamı konusunda bir parça daha pişer her işçi gibi onlar da… Yolları 1 Mayıs’a kadar uzanır. Taksim’e çıkmayı zorlayan sendikalarıyla birlikte pankartı tutarak en önde yürürler. Bu deneyimi yaşamlarının sonuna kadar unutmayacakları, hafızalarının bir köşesinde tüm diriliğiyle saklayacakları, edindiklerini gerekli olduğunda kendi başlarına hayata geçireceklerini duyumsarsınız.
Başka bir yerde direniş ateşinin başında oturan işçilerden birinin seslendirdiği yanık bir Kürtçe türkü her birini başka yerlere götürmüştür, hissedersiniz. Yakın çekimle o yüzleri adeta okursunuz. Zaten film boyunca birçok anlamı kameranın hareketleriyle adeta izlersiniz.
Epey uzun bir zaman kesitinde iki işçi ve onların çevresindeki işçilere odaklanılarak büyük bir emekle yapılan çekimlerin ustaca kurgulanmasıyla oluşan film, nerden bakarsak bakalım güçlü mesajları, sanatsal incelikleri, imgelerin dilindeki ustalığıyla unutulmaz niteliktedir.
1 Mayıs arifesinde izlemekse bambaşka bir kıymettedir.