Hipokondri (hastalık hastalığı; evham), sürekli yenilenen, değişen ve kestirilemeyen bir hastalığı belirten kadim isimdir. Yunanlara göre hypochondrium, karında, göğüs kafesinin hemen altında bulunur; Hippokrates ve Celsus bu bölgeyi ve burada oluşabilecek rahatsızlıkları tarif etmişlerdir. Platon da Timaios’ta bedenin bu bölgesini hem fiziksel hem de zorlayıcı duygusal dürtülerin kaynağı olarak tanımlamıştır. Karın bölgesindeki rahatsızlık ile duygusal çalkantı arasında kurulan yakın ilişki, Melankolinin Anatomisi kitabında (1621) hipokondriye bağlı ıstıraplara dair ilk modern tasviri sunan Robert Burton’ın zamanına kadar varlığını korur.
Susan Sontag, “Metafor Olarak Hastalık” kitabında şöyle diyor: “Romantikler, aylaklığın ve insanın kendini sanatına verebilmesi için burjuva yükümlülüklerini reddetmesinin mazereti olarak maluliyeti icat ettiler.” 18. yüzyıl sonu ile 19. yüzyıl başlarında, bazı bedensel ve ruhsal halsizlik türleri, insanın çevresine karşı ne kadar hassas olduğunu gösteren bir nevi hiyerarşi oluşturuyordu. Wordsworth’ün, şiirsel hayal gücünü bir hareketsizlik biçimi olarak tasavvur etmesi meşhurdur: çoğu doğayla ilgili olan geçmiş duygu ve izlenimlerin hafızada dönüşüme uğraması. Aslında romantik sanat ve edebiyatın tamamı bir anlamda hipokondriyaktır: kendi benliği ile dünya arasına sağlam bir sınır çizemediği için, Coleridge ve De Quincey örneklerinde olduğu gibi, suçluluk duygusunun etkisiyle ilaç bağımlısı olan veya, Keats gibi, her an gelecek ölüm saplantısıyla kendini hırpalayan bir şair. Goncourt kardeşler, “hastalık bir insanı fotoğraf levhası gibi hassas yapar” diye yazmışlardı günlüklerine. Marcel Proust ise, aşırı hassasiyetin yaratıcılık üzerindeki olumlu etkilerini de, kendi evhamının saçmalığını da kavramıştı:
Hekimler, ilaçla tedavi ettikleri her hastalığa karşılık, sağlıklı insanlarda onlarca başka hastalığa sebep oluyorlar: onlara, bütün mikroplardan bin kat daha etkili bir virüsü aşılıyorlar – hasta olma fikrini. Fakat Proust, hayat hikâyesini yazan Ronald Hayman’ın dediği gibi, “zayıflıktan güç devşirmeyi” daha küçük yaşlarında öğrenmişti. Ömrünün büyük kısmını gerçekten hastalıkla, en ağırı da astımla geçirmişti. Verem ve sara gibi astımın da, tamamen evhamın neticesi olmasa da ruhsal kökenli olduğu düşünülüyordu. Ama Proust’un evhamı sadece hasta olduğunu düşünmekten ibaret değildi, gerçek hastalıklarının onu gerçekte olduğundan daha da zayıf düşürdüğünü sanıyor ve hiçbir temeli olmayan bir dermansızlık haline bürünüyordu. Ölümünün de, sırf bir pencere açamamasından veya bir ateş yakamamasından olduğu söyleniyordu: Ruhsal bir sığınakmışçasına çekilmişti maluliyete – arkasında bıraktığı dünyayı hayalinde yeniden canlandırabileceği bir inziva yeri gibi. Hayattan kopma yolundaki ilk adımı, gün içinde uyuyup geceleri insan içine çıkma, sonra da çalışma alışkanlığıydı. Seslerin, ışığın ve havanın önünü kesip bedenini afyonla, kafeinle ve barbitalle dolduruyordu – ta ki, elden ayaktan kesilip, yattığı yerde yazmaktan başka hiçbir şey yapamaz hale gelene kadar.
Elçin Gen tarafından çevrilen bu yazı www.e-skop.com adresinden alınmıştır