Türkiye halkları, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde görülmüş en kapsamlı, en uzun süreye yayılan, meşru ve gayri meşru bütün araçların, zor ve rızanın bir arada işlediği bir süreçte inşaya girişilen bir diktatörlük teşebbüsünü geri püskürtmenin eşiğinde.
Bundan iki buçuk yıl önce 20 Kasım 2021’de şöyle yazmıştım: “Kriz Erdoğan’ı zıvanadan çıkaracak kadar büyük. Rejim krize tek ayak üzerinde yakalandı. Şimdi, mesele muhalefetin neyi nasıl yapacağında. Muhalefet Erdoğan rejimini silkeleyecek mi? Ona, kaybedeceği bir seçime girmeyi kabullenmekten başka bir yol bırakmayan bir siyaset tarzı ve mücadele şekli üzerinde ortaklaşacak ve harekete geçecek mi? Halkın cesareti ve sebatı muhalefette de var mı? Asıl yanıt bekleyen sorular bunlar. HDP “biz varız” diyor. Şimdi diğerlerini duymak istiyoruz.”
Eğrisi doğrusuna denk geldi ve Erdoğan’a tam da dendiği gibi “kaybedeceği bir seçime girmek” dışında bir siyaset yolu bırakılmadı. Süreç istisnai bir alt üstlükle kesintiye uğramadığı takdirde toplumsal rızayı çoktan kaybetmiş olan rejimin Türkiye’yi faşizme taşımakta paha biçilmez bir işlev gören “meşruiyet” zırhından nihayet arındırılabileceği bir döneme girilecek. Seçimler bu geçişin siyaseten tescilinin başlangıcı olacak.
Muhalefet dinamikleri arasında bu geçişin, Türkiye’nin “normal”e iadesi olarak tahayyül edildiği bir gelecek perspektifi hayli yaygın. Türkiye’nin neredeyse 2015’ten bu yana bir “olağanüstü” rejim altında yaşadığı hakikat olduğuna göre ilk bakışta bu perspektifte bir hakikat payı olacağını düşünmek de makul görünebilir. Ne var ki, “Millet İttifakı” “normal”i, “yaratılmasına kendilerinin de şöyle ya da böyle katkıda bulundukları ve sonuçta bilindiği şekliyle devleti de berhava edecek bir siyasal açmazdan toplumun, iç çatışmaya düşmeden çıkabileceği bir rejim biçimi tesisinde” arıyor.
Oysa, diktatörlük teşebbüsünü bertaraf etmenin bir imkânı olarak 14 Mayıs’ta Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan’ın karşısında saflaşan, özellikle HDP/Yeşil Sol Parti’nin temsil ettiği kitleler açısından bu deli gömleğini üstünden atmak sadece bir başlangıç. Onlar için deli gömleğiyle yaşamak ne kadar “normal” değilse, çıplak ve kimliksiz yaşamak da o kadar “normal” değil. Bu diktatörlüğün cenderesinden kurtulacak bütün toplumsal güçler açısından, geçiş eskinin ihyasına değil yeni bir düzen inşasına varmadıkça tamamlanmış olmayacak, bu apaçık. Gelişmelerinin önü kesilmiş bütün toplum kesimleri için 14 Mayıs sonrasında her şeyin yenilenmesi gerekecek. Türkiye’de değişim, 14 Mayıs’ta bir seçim olduğu için değil, değişmekte olan toplum bu seçimler vasıtasıyla kendi tercihlerini siyaset düzlemine yükselteceği için gerçekleşecek. Kendimizi büyük tarihsel dönüşümlere hazırlıyoruz, beklentilerimizi böyle kuruyoruz -büyük bir çağ dönümünün eşiğindeyiz.
Cumhuriyet’in yüzüncü yılı eşiğinde Türkiye siyaset sahnesinde başlıca üç kuvvet kalacak: Birincisi, yıkılmış ve yenilmiş olsa da geride bıraktığımız diktatörlük teşebbüsünün öznesi, 1923 öncesi Sultanlığın restorasyonu hedefi arkasında mevzilenmiş olan sermaye güçlerinin ellerinde yükselen siyasal İslam ve faşizm ittifakı. İkincisi, Millet İttifakı’nın arkasında mevzilenmiş olan 1980 öncesinin parlamenter rejiminin ihyasına vücut veren şehirli üst ve orta sınıflar koalisyonu. Üçüncüsü demokratik özerklikler üzerinde yükselen, emek eksenli bir toplumsal ve demokratik cumhuriyet hedefi arkasında, özellikle 2007’den bu yana yığıla gelen başta işçi sınıfının olduğu ezilen sınıflar, başta Kürtlerin olduğu ezilen milliyetler ve başta kadınların olduğu ezilen toplumsal cinsiyetler ittifakı.
İkinci ve üçüncü güç merkezlerinin 14 Mayıs’ta nesnel olarak aynı hat üzerinde dizilmiş olması bütün güçler arasında süreğen bir mücadelenin varlığı gerçeğinin inkârı değil doğrulanmasıdır. Halkların Demokratik Partisi’ne (HDP) vücut veren güçlerin 2017 referandumu, 2018 Genel Seçimleri ve 2019 yerel seçimlerinde sistematik olarak izledikleri “ayrı yürümek, birlikte vurmak” taktiğinde ifadesini bulan yürüyüşü 14 Mayıs sonrasında kaçınılmaz olarak yeni ve farklı bir yön kazanacak, sürece bir muhalefet-iktidar diyalektiği yön verecek.
HDP/YSP’nin merkezinde yer aldığı “Emek ve Özgürlük İttifakı”nın tarihsel çıkarı ne Sultanlığın ihyasında, ne parlamenter statüko içine hapsolmakta; ne yağmacı ve talancı ne “rasyonel” ve “kurallı” kapitalizmde, ne Atlantik blokunda ne Avrasya blokunda, ne din merkezli “kardeşlik”te ne millet merkezli “yurttaşlık”ta, patriyarkanın ne antika ne de “modern” biçimler içinde süre gitmesindedir.
Üçüncü kutbun 14 Mayıs taktiği faşizme bir reddiyedir ve eski düzenin ezdiği, yok saydığı ve dışladığı bütün kesimlerin çıkarlarını çok etnili, çok kültürlü, çok sınıflı bir toplumda gerçekleştirmeleri için açık siyasi mücadele hakkını içeren bir yeni demokratik düzen uğruna mücadele yolunda atılmış bir adımdır.
Engels’in tarih okumasını aklımızda tutmakta yarar var: “Tarih öyle bir biçimde ilerler ki, nihai sonuç, her zaman birçok bireysel irade arasındaki çelişkilerden doğar; bu bireysel iradelerin her birini, ne ise o yapan şey de bir yığın tikel yaşam koşullarıdır. Böylece, bir bileşke –tarihsel olay– doğuran, birbiriyle kesişen sayısız kuvvet, sonsuz bir paralelkenarlar dizisi oluşturur. Bu bileşkenin kendisi de bir bütün olarak bilinçsiz ve istençsiz işleyen bir gücün ürünü olarak görülebilir. Çünkü her bireyin iradesini diğerleri engeller ve sonuçta ortaya çıkan, kimsenin istemiş olduğu şey değildir. […]”
İşte o yüzden diktatörlük bir sabah gün doğarken kendi özgür geleceğinin peşinde koşan Kürtler ve devrimci güçlere saldırarak parlamenter statüko uğrağında konaklamaya hazırlanan güçlerle arasına bir kama soktuğunda ikincilerin hiçbir şey olmamış gibi, hatta bir müstakbel sorunun önü bugünden kesiliyormuş gibi davranmalarına şaşırmıyoruz.
Bu üçüncü kutbun nesnel koşulların idrakinden doğan 14 Mayıs taktiğini değiştirmiyor elbette, ancak toplumsal ve demokratik cumhuriyet bayrağını her yerden görünecek kadar yükseğe çekmeye hazırlanmasını zorunlu kılıyor.