Antakya sizi, çeşitli renklere bürünmüş bir denizi andıran Amik Ovası’yla karşılar. Kente girdiğinizde ilk gözünüze çarpan eteklerine kurulduğu dağlar olur. Amanoslar, Kel Dağ (Cebel-iş Akra), Habib-i Neccar Dağı… Bu dağın eteklerinde boy vermiş bir medeniyetler beşiği olduğunu sezgilerinizle bile algılarsınız. Ortasında mitolojik hikayelere konu edilmiş Asi akar.
Dağların ovalar ve nehirlerle buluştuğu bu kentin insanları da coğrafyasının tüm zenginliğini yansıtacak bir canlılık, sıcaklıkla doludur. Etrafını bir dantel zarafetiyle çevreleyen dağların hırçınlığı da vardır, bereketli bir tarım vahası olan ovaların enginliği, yumuşak ruhu da… Asi’nin çocukları olan bu halk sadece coğrafyasının karakterine de kattığı zenginlikle değil, sayısız medeniyetin iç içe geçmesiyle de rengarenktir.
Kenti az çok tanıyıp depremden sonra giden hemen herkesin aklından “Tüm bunlar depremle birlikte yok mu oldu?” diye geçmiştir sanırım. Aradan geçen yaklaşık 2 buçuk ayın sonunda da aynı soru ve kaygılarla girdiğiniz kentte geçmiş ve geleceğin iç içe olduğunu duyumsarsınız nedense. En başta doğa sizi bu duyguya davet eder, içine katar. Depremin yarattığı yıkıma, ıssızlaştırdığı kente inat tüm haşmetiyle yeşilin, morun, pembenin sayısız tonuyla giyinip umut saçmaya hazırlanmıştır sanki. Yıkıntıya karşı “yeniden kurarız bu kenti, daha barışık, daha iç içe geçerek…” dercesine. Büründüğü o renk cümbüşü geleceği çağıran bir muştunun imgesine dönüşür. İçinizi bir iyimserlikle doldurur.
Sonra kenti terk etmemekte direten insanlar çıkar kurdukları derme çatma çadırlardan. Aralarında yaşlılar da var, ama çoğunluğu genç. Gözleri en az doğadaki cümbüş kadar canlı pırıltılar saçan genç bir kadın, doğanın içinize saldığı umudun insandaki izdüşümü olur adeta. Kucağındaki çocuğuyla şimdi ve gelecek bir arada gibidir. “Gitmedik, hem nereye gidelim ki? Biz başka bir yerde de yaşayamayız. Yaşlılarımız için ilk 15 gün Alanya’ya gittik, ama kalamadık oralarda. Buraya geldik, bulduğumuz bir boşluğa kurduk çadırımızı, en azından bir aradayız ve tanıdığımız topraklarda” diyor gülümseyerek. Daha 2 buçuk ay önce onlarca akrabasını, arkadaşını kaybetmiş bu kadındaki direnç insanı sarsıyor.
Suyun, elektriğin, gıdanın, hijyenin olmadığı o koşullara rağmen “bir arada ve topraklarımızdayız, bu bize yetiyor” demesi; arkasını, “Buraları terk etmeyecek, yeniden kuracağız” diye getirmesi öylesine söylenmiş sözler değil. Her biri, zamanın bir anda onlarca yılı içine aldığı hız ve yoğunlukta aktığı bu koşullarda damıtılmış düşünsel-ruhsal duruşun ifadesi. “İş de yok değil mi?” dediğinizde “Evet, hepsi yerle bir oldu. Bazen binalardan eşya çıkarmak için çalışıyor erkekler. Hoş, para kazansak ne olacak, burada harcayacak koşullar da yok ki” diyor. Ama karamsarlık yok sözlerinde; doğal, içselleşmiş bir duruşun ifadesi her biri, bir direncin…
Doğadan bahsedildiğinde, patika bir yolun yapılacak konutlar için beton yola dönüştürülmesini örnek vererek “Doğa bu hırsın intikamını aldı ve depremden sonra o yol yeniden patika haline, eski görünümüne kavuştu” diyerek yanıtlıyor. Yeniden kurulacak kentinin kendisindeki karşılığı bu; doğayla barışık, hırstan uzak… Bu aynı zamanda bir gelecek tasavvuru. Mevcut devletin bu tasavvurun dışında kaldığını hissediyorsunuz nedense. Ondan bahsetmek bile istemiyor.
Arkadaşlıkların, dostlukların demlenmiş sohbetlerin yapıldığı Asi’nin kenarında oturan bir genç, geçmişin tüm izlerini gözlerinde toplayan bir hüzünle düşünürken “Burada toplaşırdık arkadaşlarımla. Şimdi hemen hepsi öldü” diyor. Genç olmanın acılar karşısındaki “dayanıksızlığı”, hüznü, melankolisi her tavrına sinse de kaybetmediği umudu yakalayabiliyorsunuz. Depremin yıkıntılarına inat geleceği haykıran rengârenk doğanın gürültüsü onu da geçmiş ve şu andan çıkarıp geleceğe itekliyor sanki. Geleceği tasavvur etmek kolay değil tabii. “Bu yıkıntı nasıl kalkar ki” diyor bir yandan, diğer yandan “ama biz altında kalmayacağız” sözleri dökülüyor dudaklarından sakince.
Dayanışmanın değerini, anlamını bilen bir halk. Bu her davranışlarıyla hissediliyor. Gitmemekte ısrar edenlerin dayanışmayla kurduğu ilişki de bir minnet ilişkisi değil. Dayanışmayı örgütleyenler için de öyle olmadığı gibi. Sizin başınıza benzer bir şey gelse kendilerinin de aynı davranışta bulunacaklarını bilmenin özgüveniyle ilişkileniyor sizinle. Dayanışma onlar açısından tam da bu nedenle doğallaşıyor. Bu size de umut ve güç katıyor.
İçinde yaşam kurmaya çalıştıkları yokluklar zinciri insanda “kimsesiz kalmış çocuklar” duygusu yaratıyor yer yer. İnsan ağlayamasa da ruhunun parça parça olduğunu hissediyor. Bir parça sohbet edince onlar yüreğinize oturan o ağır duygulardan çekip çıkarıyor sizi. Onlarca yakınını, büyük emeklerle kurdukları hayatlarını, çok sevdikleri kentlerini kaybetmiş insanların derin bir metanet gibi görünen sessiz çığlıklarının patlayacak bir mecra aradığını duyumsuyorsunuz sonra. Kalmakta direnmeleri, yokluğu bile umursamadan “bir aradayız ya” demeleri bile bir direniş başlı başına. Ama bu direnişin hektarlarca boş arazi varken topraklarının kamulaştırılmasına ya da kanser yüklü molozların yaşam alanlarının dibine dökülmesine karşı nasıl bir pratik duruşa dönüşeceğini Samandağ’da olduğu gibi tahmin etmek zor değil.
Doğası canlılığıyla yaşamı, umudu, geleceği tomurcuklayan, sokaklarında acının ıssız ve keskin soluğu kol gezen bu kentte devlet de akrep tipi zırhlı araçları, sokaklara yerleşmiş polisleri, kent merkezine konuşlanmış tarikat çadırlarıyla var. O “ıssızlık” içinde karşı karşıya gelmeye hazırlanan ve asla bir araya gelemeyecek iki ayrı dünya gibi her şey.
Seçimin gümbürtüsü, kışkırtılan kutuplaşma ve düşmanlıklar, sandığa gömülmek istenen öfke ve acılarla bu kentteki hava bambaşka gerçeklere açılıyor. Issızlık içinden haykıran bir ses, “Buradayız, gitmek zorunda kalanlarımız da burada kalmakta ısrar edenlerimiz de… Sessizliğimiz içimizde biriktirdiğimiz seslerle bu ‘ıssız kenti’ yankılıyor. Halen cenazelerimizin olduğu be enkazlar, bu ‘terkedilmişlik’ görüntüsü sizi yanıltmasın. Doğamız kadar zengin bir geleceği biriktiriyoruz içimizde. Acılarımızla kardığımız umutlarımızla yeniden kuracağız kentimizi, hayatlarımızı, kendimizi…” diyor adeta.