Kimlik çatışmaları konularında çalışan bilim insanlarının vardığı önemli sonuçları şöyle özetleyebiliriz: 1) Eğer bir toplumda farklı kimlikler varsa, 2) Bu kimlikler içinde bir “biz” duygusu gelişmişse, 3) Kimlikler arasında bir yabancılaşma oluşmuşsa bu koşullarda kimliklerden kaynaklanan bir çatışma kaçınılmaz olabilir.
Türkiye toplumuna baktığımızda bu üç koşulun da büyük ölçüde özellikle Türk-Kürt ve Sünni-Alevi kimlikleri bağlamında yerine gelmiş olduğunu ve bu nedenle de her iki olgu bağlamında potansiyel çatışma olasılığının var olduğunu söylememiz gerekiyor.
Birinci koşul zaten Osmanlı’dan devraldığımız sosyal dokumuzun özelliği, yani toplumumuzda farklı kimlik grupları üstelik oldukça da yaygın bir biçimde var. Bu kimlik farklılıkları son zamanlarda özellikle küreselleşmenin de etkisiyle daha görünür hale gelmiş durumda.
İkinci koşul, her kimlik içinde bir “biz” duygusu Osmanlı’dan beri vardı ve uygulanan Kemalist politikaların bir sonucu olarak daha da yaygınlaştı. Türk kimliği içinde “Ne mutlu Türk’üm diyene!”den “Türkiye’de yaşayanlar Türk’türler!”e varan bir “biz” duygusuna karşılık, “Biz Kürdüz! Asırlardan beri burada yaşayan bir halkız!” ifadesinde özetlenebilecek bir “biz” duygusu Kürt kimliği içinde de gelişmiştir.
Üçüncü koşul, Her iki kimlik de giderek birbirlerine yabancılaşmıştır. Öyle ki, örneğin THY uçuşlarında Türkçe, İngilizce ve Arapça anons yapılırken Kürtçe’ye yer verilmemesi ya da bir tarafta Kürtçe bir TV kanalı olduğu halde, parlamentoda Kürtçe’nin hala “bilinmeyen bir dil” olarak tutanaklara geçiyor olması gibi garabet uygulamalar bu yabancılaşmanın ne ölçüde olduğunu açıkça göstermektedir. (Benzer bir analiz Sünni-Alevi meselesinde de yapılabilir ama bu konuyu başka bir sefere bırakarak Türk-Kürt meselesi üzerine devam edelim).
Tabii ki Türk-Kürt kimlikleri arasındaki ilişkide, Türk kimliği hem kitlesel olarak çoğunluğu temsil ediyor ve hem de devlet yapılanmasının temel hareket noktası olması nedeniyle “hakim kimlik” olarak nitelenebilecekken, Kürt kimliği de “azınlık kimlik” olarak nitelenebilir.
Yine kimlik çatışmaları konularında çalışan bilim insanları potansiyel çatışma özelliği olan bu iki kimlik arasındaki ilişkileri bir ucu “asimilasyon” diğer ucu ise “şiddet” içeren bir baskının yer aldığı bir ilişkiler dinamiğine oturturlar. Yani “hakim kimlik” “azınlık kimliği” kontrol altında tutmak için bu iki ekstrem politika yumağından bir demet seçer. Bazen daha fazla asimilasyoncu politikalar daha yumuşak bir baskı, bazen de daha az asimilasyoncu politikaları fakat şiddet dozu yüksek baskı politikalarını uygulayabilir.
Peki “hakim kimlik” şiddet dozu yüksek baskı politikaları uyguladığında “azınlık kimlik” içinde ne olur?
Azınlık kimlik içinde olacak olan, kimliğin içindeki “iş insanları” ile “işçiler” arasında bir dayanışmanın oluşmasıdır. Öyle ki bir süre sonunda “iş insanları” finansman (sermaye), işçiler de emeklerini ortaya koyarak bir direniş, bir isyan başlatabilirler.
Şimdi buraya kadar anlatmaya çalıştığım konuyu bildiğimiz Marxist jargonla ifade edecek olursam, baskı gören kimlik içinde o kimliğin burjuvalarıyla proleterleri birlikte davranmak durumunda kalırlar ve hakim kimliğin baskısına yönelik bir demokrasi ve özgürlük arayışına girişirler. Ben bu olguya “dışlanma” diyorum ve “sömürü” olgusuyla yakından ilişkili olduğunu düşünüyorum.
Bu önerime karşı yapılabilecek itirazlardan biri, “İyi de azınlık kimliğin burjuvaları işin içinde, bu durumu nasıl işçilerin sömürülmesiyle ilişkilendirebilirsin?” olabilir. Burada da unutmamak gerekir ki azınlık kimliğin dışlanması olgusu, kimliğin burjuvalarının da dışlanması anlamına geldiği için onların durumları da işçilerden çok farklı değildir. (Kaldı ki gerek bu burjuvalar ve gerekse de bu proleterler aslında “hakim kimliğin” yönetimindeki ekonomi koşullarında çalışmaktadırlar). Bu nedenle de bir azınlık kimliğin dışlanmaya karşı verdiği mücadele o kimliğin işçileri ve kaderlerini işçilerin mücadelesine bağlamış burjuvalarını (küçük burjuva?) da içerir ve onları hakim kimliğin proleterleriyle aynı kaderi paylaşmaya iter.
Bence bu nedenlerle de “dışlanma” ve “sömürü” arasında ilişki çok yakındır ve bir dışlanmış kimliğin mücadelesiyle proletaryanın mücadelesi aynı mücadelenin parçaları olmalıdır.
Kürt siyasi hareketine bir de bu çerçeveden bakmakta yarar var!
Okuyucularımın bayramlarını kutlarım.