Ulus devletlerde milli gelir olarak ifade edilen her şey sayılarla ölçülmektedir. Bu yöntem kapitalizmin yarattığı bir algı operasyonudur. Sayılar cansızdır ve bu nedenle 1000 hektar orman dediğimizde okuyan için çok fazla anlam taşımaz. Çünkü nihayetinde bir sayıdır. 1 milyon ağaç dediğimizde de fazla anlamı yoktur. Ağacı göz önüne getirip onunla duygudaşlık kurulamıyorsa bir milyon ya da yüz milyon ağaç fark etmez. Çünkü sayılar ölüdür. Bir ağacın kesilmesine tepki gösteren birçok insanın milyonlarca ağaç için kılı kıpırdamaz.
Savaşlar da böyledir. On asker öldü, yirmi gerilla öldürüldü gibi vurgular izleyende sadece sayıların yarıştırılması üzerinden bir tatmini hedefler. Bu sayıların içinde ölen-öldürülen insan görünmez kılınır. Sayılar üzerinden kurdukları hâkimiyeti, bizlerde farkında olmadan kabul eder duruma geliriz. Oysa yaşam bizler için sayılardan ibaret olamaz. Hatta mümkünse sayıları bir kenara bırakıp ilgilendiğimiz neyse orada ki yalın gerçeği görmek bizler için doğru olandır. Bizler derken ezilen halkları, sınıfları kastediyorum. Elbette yalın gerçeği görmek ancak ait olduğumuz sınıfın ve tarafın farkında olduğumuzda mümkün olabilir. Bu farkındalık yoksa sürekli olarak rüzgara kapılır ve savrulur dururuz. Nihayetinde yaşamı sayılardan ibaret olarak görür ve ona göre yaşarız.
Bir ekonomik kriz yaşandığı üzerine günümüzde birçok tartışma yürütülmekte. Kendi safının farkında olmayan birçok kişi iktidarın propagandasına aldanıp krizi dış güçler tezgahladı söylemine inanır. Yaşama nereden yani hangi pencereden baktığını bilmeyenler sermaye iktidarının penceresinden sadece kendisine gösterileni görür. Oysa bakılan pencere çok önemlidir. İktidar ekonomik krize yönelik sözde bazı uygulamalara başladı. Bir kampanya düzenleyerek 50 ya da 100 neyse bazı tüketim ürünlerinde yüzde 10 indirim sağlanacağı belirtildi. Bu kampanyaya iktidar penceresinden baktığımızda sermayenin krizi üstlendiği mesajının verildiğini görürüz. Fakat yüzde 50’leri aşan zamlardan sonra yapılan yüzde 10 indirimin sermaye açısından bir anlamı yoktur. O, bu duruma sürümü arttırır diye bakar. Milli süsüyle bize ayrılan şey ise krizin tüm yükünü çekmektir. Sermaye kriz bahanesiyle işçi çıkarır. Yine kriz bahanesiyle ücretlere sıfır zammı dayatır.
Denizli’nin Kale ilçesinde iğrenç bir cinsel saldırı yaşandı ve halk Suriyelileri kentten kovmak için ayaklandı. Oysa hepimizin çok farkında olduğu bir gerçek var. Bu ülkede cinsel saldırıyı yapanların büyük çoğunluğu sistemin en sıkı savunucularıdır. Camideki imam, Kur’an kursundaki hoca, dersteki öğretmen ya da sayılarını sayamayacağımız miktarda meslekten ya da ırktan insanın benzer cinsel saldırılar gerçekleştirdiğini biliriz. Saldırı düzenleyen devlet görevlileri bu ülkede terfi eder. Bunların hepsini görürüz de nedense infial ortaya çıkmaz. İnfialler Kürd’e, Suriyeli yoksula karşı ortaya çıkar. Bunun elbette bir sosyolojik nedeni olmalıdır. Sanırızki onlar olmasa biz işsiz ve aç kalmayacağız, kötülüklerden azade yaşayacağız. Suriye’den Türkiye’ye göç başladığında en çok tekstil işverenleri sevinmişti, bunu unuturuz ve nedenini düşünmeyiz.
İşverenler ucuz iş gücüne ulaştıkları için mutludurlar. Bizlerse hem işsizlik hem de düşük ücrete mahkum olurken suçu gelene atarız. Oysa tezgahı yapan ve uygulamaya sokan sermaye iktidarlarıdır. Hedefleri ucuz iş gücünü yaratmaktır. Ne kadar çok işsiz varsa ücretler o kadar düşük olur. Sermaye ancak emek gücünden elde ettiği sömürü üzerinden büyür. Ucuz iş gücü demek onun için büyük bir nimettir. Şimdi bu işverenlerin yüzde 10 indirimi ‘milli menfaatler’ için yaptığını düşünürsek işte o zaman ne sınıfımızın ne de safımızın farkında olmadığımız ortaya çıkar. Milli ya da ulusal söylemler o devletin muktedirlerini tarif eder. Bir ülkede sermaye iktidarı varsa orada milli ya da ulusal çıkarlar sermayenin çıkarlarından gayri başka bir şey değildir. Kapitalizmin hüküm sürdüğü tüm ülkelerde adı sol ya da sağ olsun tüm iktidarlar sermaye çıkarları için vardırlar ve ona hizmet ederler.
Bizleri sağ-sol diye ayrıştırıp sınıfsal aidiyetimizi yok ederler ya da farkındalığın yollarını tıkarlar. Doğa sermaye için hammadde deposu olarak tarumar edilip katledilir. Doğanın yaşamın bir parçası olduğunu unutur ve ona sermayenin penceresinden bakarak zenginliğin kaynağı olduğunu sanırız. Fakat doğa sömürüsü ile emek sömürüsü atbaşı ilerler ve doğaya yapılan saldırıyı bize yapılmış bir saldırı olarak görmek ancak sınıfsal bir bakış açısına sahipsek mümkündür. Bizleri temiz-kirli enerji gibi söylemlerle bölmek isterler. Oysa tarif edilen her ikiside sermaye çıkarı içindir. Bu nedenlerden dolayı her olguya kendi penceremizden bakmak zorunluluktur.