Kasım 2002 seçimlerine giderken uluslararası güçler (ABD, AB, IMF, DB vb.) ile ulusal sermayenin AKP’ye verdiği “cömert” desteğin iki nedeni vardı. Birincisi Türkiye’de tıkanan neoliberal uyum sürecinin önünü açması ve neoliberal politikaların yaratacağı sosyal tahribatı normalleştirerek, toplumsal tepkileri yumuşatıp engelleyebilecek tek alternatif olmasıydı. İkincisi ise yine neoliberal politikaların neden olduğu küresel eşitsizlikler ve özellikle 11 Eylül sonrası Batı’da yükselen “İslamofobi”, “etnik ve dinsel milliyetçilik” gibi olgulara tepki olarak Ortadoğu ülkelerinde “radikalleşen” İslami hareketlere karşı Türkiye’yi “ılımlı”, “demokrasiyle barışık”, “modern” bir İslam ülkesi haline getirebilecek özellikleri taşımasıydı.
AKP, iktidarının büyük bölümünde kendisine verilen “cömert” desteği boşa çıkarmadı; bir taraftan neoliberal yapısal uyum programını yaşama geçirirken diğer taraftan “ılımlı İslam ülkesi” modelini benimseyerek Batı ile İslam medeniyeti arasında uzlaşmayı amaçlayan “Medeniyetler İttifakı” girişiminin ortak başkanlığını üstlendi. Şimdilerde “dış güçler” olarak tanımladığı uluslararası güçlerin ve sermayenin beklentilerini yerine getirdikçe AKP’nin bu çevrelerde itibarı artmaya devam etti ve Türkiye dünyada “liberal İslam”ın örnek ülkesi olarak anılmaya başladı.
Neoliberal politikaların “sadık” uygulayıcısı olarak AKP, devleti sosyal işlevlerinden tamamen arındırırken, devletin kurumsal yapısını piyasanın gereksinimleri doğrultusunda yeniden biçimlendirdi. Bunu yaparken ekonomi yönetimini piyasa aktörlerine devretti, kamu işletmelerini hızla özelleştirdi, sağlık ve eğitim başta olmak üzere kamu hizmetlerini piyasalaştırdı, vergileri sermaye dışı kesimlerin sırtına yükleyerek ve sosyal harcamaları kısarak toplumdan alınan kaynakları ve kamu varlıklarını sermayeye aktardı. Öte yandan esnek ve güvencesiz çalışma rejimini yaygınlaştırdı, emeğin toplam gelirden aldığı pay giderek azaldı.
Küçük bir azınlık dışında kalan geniş toplum kesimlerini sosyal haklardan mahrum bırakarak yoksulluğa iten ve emek sömürüsünü arttıran bu politikalar, -AKP’nin iktidara gelmesine destek verenlerin beklediği gibi- İslam araçsallaştırılarak toplumun rıza göstermesi sağlandı. Bu bağlamda devletin terk ettiği sosyal işlevler sivil toplum kuruluşu (STK) görüntüsü altında cemaat ve tarikatlara devredilirken, inanç temelli sosyal güvence mekanizmaları sayesinde emekçi ve yoksul kesimler İslamileştirilerek, AKP’ye ve kurucusu olduğu düzene biat eder hale getirilmeye çalışıldı.
Ancak 2011 seçimlerinin ardından “reform” adı altında uygulanan neoliberal politikaların sosyal etkileri derinleştikçe AKP’ye rıza azalmaya ve dolayısıyla toplumsal destek kaybedilmeye başlandı. 7 Haziran seçimlerinde iktidarı kaybettiğini gören AKP, faşizmin ideolojik (irrasyonalizm, şovenizm-ırkçılık, gerçekleri karartma vb.) ve baskı/şiddet araçlarını kullanma yoluna gitti. 15 Temmuz darbe girişimi bahanesiyle ilan edilen OHAL koşullarında faşizmin ideolojik ve baskı/şiddet araçları “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı altında kurumsallaştırıldı.
14 Mayıs seçimlerine giderken muhalefetin geniş kesiminin asgari müşterek olarak Kılıçdaroğlu’nun başkanlığında hemfikir olması, AKP’nin kurduğu otokratik rejimin ideolojik ve baskı araçlarını önemli ölçüde boşa düşürdü. Bunun üzerine AKP, iktidarını koruyabilmek uğruna MHP ve BBP ile oluşturduğu Cumhur İttifakı’na Yeniden Refah Partisi’ni ve -Hizbullah’ın temsilcisi olarak bilinen- Hüda Par’ı da katarak, 21 yıl önce kendisini iktidara taşıyanların beklentisi olan “ılımlı İslam”dan “radikal İslam”a ya da başka bir ifadeyle “Medeniyetler İttifakı”ndan -Demirtaş’ın tarifiyle- “Taliban İttifakı”na evrilmiş oldu.
Batı’nın kendisinden beklediği Türkiye’yi “ılımlı”, “demokrasiyle barışık”, “modern” bir İslam ülkesi haline getirme misyonundan vazgeçmesi, Batı’nın ve sermayenin belirli kesimlerinin AKP’den tümüyle vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Zira AKP neoliberalizmin neferi olma iddiasını halen sürdürüyor ve “Medeniyetler İttifakı” sürecinde AKP’nin dış politika danışmanı olan Ahmet Davutoğlu (Kendisi aynı zamanda “yeni Osmanlıcılık” adıyla Ortadoğu’da radikal İslami hareketlerin yükselmesine olanak sağlayan politikaların da mimarıdır) ve 2007’den itibaren AKP hükümetlerinde yer alarak neoliberal politikaların uygulayıcısı olan Ali Babacan’ın içinde yer aldığı Millet İttifakı, Batı’nın açık desteğine henüz mazhar olabilmiş değil.
Türkiye halkları, ne Batı’nın “Medeniyetler İttifakı” adıyla önüne koyduğu neoliberalizme rıza üreten “ılımlı İslam”ına ne de AKP’nin 21 yılın sonunda “Taliban İttifakı”yla vardığı İslamofaşizm’ine mahkûm olmak zorunda değildir. 14 Mayıs seçimlerinde parlamentoda; ardından da işyerlerinde, sokaklarda ve her yerde Emek ve Özgürlük İttifakı etrafında sağlanacak mücadele birliğiyle halklar, bu mahkûmiyetten kurtularak, demokratik ulusu inşa etme iradesini ortaya koymalıdır.