Yüzümüzü nereye dönsek kapitalist sistemin insanın kanını donduran suretiyle karşılaşıyoruz. Bunun son örneği oldu 6 Şubat Maraş depremleri. Rant politikalarının evleri, kentleri büyük tabutlar haline getirdiği gerçeğiyle dramatik bir şekilde karşılaşmamız işin bir yanı oldu. Diğer yanında binlerce insanın “buradayım” diye bağıra bağıra ölmesi vardı. Enkazdan çıkan yaralı, acılı insanların günlerce o enkazların başında yakınlarının seslerini duya duya çıldırması… Bırakalım bir iş makinesini, kurtarma ekibini su bile bulmakta güçlük yaşayan canlı cenazeye dönmüş binlerce insan…
Antakya’daki o tablo aradan geçen 2 aydan sonra hızla değişti. Bunda devrimciler, demokratlar, yurtseverler, duyarlı insanlar, toplumsal dayanışma seferberliği ve dahası kentin tarihsel direniş hafızası-kültürü belirleyici oldu. Tüm bunların toplamının yarattığı dirayet, ilk çarpıcı ifadesini 40. günde reyhanlar ve bahhurlarla yürüyen kadınlarda vücut buldu. O yürüyüşün arkası, yaşam alanlarının dibine “kanser” ekilmesine, meralarının, tarım arazilerinin deprem bahane edilerek temellük edilmesine karşı fiili mücadelede ifadesini bulan bir duruşla geldi. Yerle bir olmuş kentleri üzerine yapılan sayısız planın olduğunu bilerek yaşamalarıysa, geleceğe yönelik bir örgütlenme ve duruşun başka bir motivasyon kaynağı olarak alttan alta hükmünü yürütüyor.
Her kentin bir ruhu vardır derler. Köklü bir direniş hafızası olmasına rağmen Antakya’nın ruhu çok özgün bir dokuya sahiptir. Alışkanlıkları, o alışkanlıkları sürdürebiliyor olmanın huzuru sokaklara sinmiştir. Depremde insanların ağıt yaktığı şeylerden biri de tam da bu nedenle limon, portakal, baharat kokulu sokaklarının içlerine sinmiş o huzuruydu.
Fakat direniş hafızası kadar depremin yarattığı bilinç ve bu bilincin kurdukları yeni sosyal ilişki ve etkileşimler içindeki dönüşümü baş döndürücü oldu. Tam bu noktada “İnsanlar sadece sosyal ilişkilerini dönüştüren mücadeleler içinde değişirler” demeden edemiyor insan. Çünkü statüko haline gelmiş o yaşam alışkanlıklarını yerle bir eden depremin ardından hızla yeni bir dil yaratmaya yönelmelerinin temel belirleyenlerinden biri tarihsel hafızalarıysa diğeri de dayanışma ağıyla sarılıp sarmalanmalarıydı. Bu ağ içindeki sosyal etkileşimin dönüştürücü gücü…
Elbette hiçbir şey dümdüz bir çizgide ilerlemiyor. Tüm insanlar gibi Antakyalılar da “tarihin eski devirlerinden beri süregelen önyargıları ve insan soyunu birleştirecek bir gelecek felsefesinin sezgisel kavranışını” bir arada taşımaya devam ediyor. Enkaza dönmüş kentinde geçmişin tüm tortularıyla birlikte “gelecek felsefesinin sezgisel kavranışı”yla tutunuyorlar yaşamın ipine.
Bir yanları sistemin tam içinden düşünüyor, 14 Mayıs seçimlerine, sandıktan çıkacak sonuçlara dikmiş gözlerini. Yılların edinilmiş alışkanlıklarıyla halen kendi özgüçlerine değil, öğretilmiş-edinilmiş “çıkış yollarına” bağlanmak istiyorlar. Bir yanlarıysa 15 Mayıs’ta ve sonrasında neler olabileceğini sezmenin “tedirginliği”yle nefes alıp veriyor. Bu yanları, o “tedirginlikten” beslenen öfkeyi keskin tutmayı, hafızayı, yaşatılan acıları canlılığıyla koruyacak bir direngenliği dokumayı fısıldıyor kulaklarına. Diri yanları, kendisini de toplumsal ilişkilerini de dönüştürüp yeniden yaratacak yanları bu.
Zamanın akışkanlığı içinde özsel olarak “değişmez” olanı bulmak ve ondaki anlamlara sıkıca sarılarak geleceğe gözünü dikmek bugün her zamankinden daha zor. Keza o kadar çok değişken, farklı noktalardan gelip üst üste binen, kesişen o kadar çok dinamik var ki, insanın bunlar içinde kaybolmaması, sürüklenmemesi işten bile değil. Tam da bu gerçeklik içinde “değişmez” olanın ne olduğunu bulmak geleceğe açılan kapının kilidine sahip olmakla özdeştir.
İnsanın, toplumun özneleşmesini sağlayacak tüm anlamlar bizim “değişmezimiz” olmalıdır. Antakya halkı özgülünde bu “değişmez” çelişkili yapısıyla karşımızda duruyor. Seçim sandıklarından çıkacak sonuçlara bakan yanı geçmişin alışkanlıklarını temsil ederken, bu 2 aylık süreçte yaşam gibi her şeyi yeniden kurma iradesi, dirayeti, öfkenin keskin soluğu geleceğe açılan kapının “değişmez” kilidini oluşturuyor.
Bu sadece Antakya için değil, kapitalizmin o barbar suretinin en çirkin haliyle karşılaşan tüm insanlar, halklar için böyledir. Mesele depremle birlikte açığa çıkan bu çelişkili yönelimi, seziyi hep birlikte hangi yöne döndüreceğimizdir. Mesele bu öfkeden, kendi içinde kurucu bir iradeyi ifade eden bu “dönüşümden” nereye ulaşmak istediğimizi bilmektir.
Burjuva siyaseti ve parlamenter yaklaşımın çeşitli biçimleri öfkemizi sandığa yönlendirmeyi esas alıyor. Hatta bazıları “biz geleceğiz her şeyi değiştireceğiz, her şey güzel olacak” diyor. Kitlelerde oluşan bu ikiliğin sistem dışına çıkma potansiyeli taşıyan tarafını sandıkta boğmak istiyor. Seçim süreci gibi politizasyonun en yüksek olduğu bir dönemde ona kendi ruhunun rengini vermek için didiniyor. Ütopyanın, başka bir dünya özleminin, fiili-meşru mücadelenin değiştirici-dönüştürücü gücünü bir yana bırakın diyor.
Böyle bir yol ayrımındayız.