Ünlü Marxist düşünür David Harvey, attığı bir tweette şöyle diyor: “1973’teki ilk Marksist kitabımdan bu yana, sosyalizme giden yolun ifade edilmesinde toplumsal hareketlerin de sendikalar kadar önemli olduğunu savundum. Solun, önemli olan tek işçi sınıfının endüstriyel işçi sınıfı olduğuna dair bir kurgusu var.” (Vurgular bana ait.)
Bu tespit bence bizim gibi bir ülkenin sol hareketlerine de sirayet etmiş bir tutum. Kimi sol gruplar için değişim (ya da devrim) “işçi sınıfı” öncülüğünde olmalıdır! Tabii ki bu anlaşılır bir tutumdur. Çünkü sosyalizmin kurucusu Marx’a göre kapitalizmin temel çelişkisi işçi ve işveren sınıfları arasındaki uzlaşmaz bir ilişkinin varlığıdır. İşverenler üretim araçlarının mülkiyetine sahiptirler, işçiler ise “ücretli-emek” olarak onların yanında çalışmak durumundadırlar. Üretimdeki yerleri ve konumları taban tabana zıt olan bu ilişkide (çelişkide) işçiler örgütlenerek toplumu dönüştürürler.
Ama çağımız kapitalizminde işçi-işveren çelişkisinin ya da zıtlığının yanı sıra başka çelişkilerin de olduğu bir gerçektir. Örneğin, cinsiyet ya da ırk bağlamında var olan zıtlıklar kapitalizmin yarattığı zıtlıklar değildir. Bu tür zıtlıklar kapitalizmden de önce vardılar ve kapitalizm ortadan kaldırılsa bile bu olgular devam edebilir.
Oysa Harvey’in belirttiği gibi toplumsal hareketler en az sendikalar kadar önemlidir. Toplumsal hareketlerden kastettiğim de bu sözünü ettiğim işçi-işveren zıtlığının dışında daha çok baskılanan kimliklerin yaşadıkları zıtlıklardır. Örneğin, sosyal kimliğinden ötürü dışlanmış gruplar yanında feminizm, çevre ve ırkçılık karşıtı hareketler bu türden hareketlerdir. O nedenle de günümüzde kapitalizmin çelişkisi yalnızca işçi-işveren çelişkisi değildir. Kurulu kapitalist düzenin yarattığı diğer baskı biçimleri altındaki sosyal gruplar da benzer biçimde düzenle bir çelişki halindedirler.
Tam da bu nedenle HDP/YSP’nin savunduğu “Radikal Demokrasi” yaklaşımı, bir ülkedeki kurulu düzen içindeki farklı mücadeleler arasındaki ilişkiyi bir eşdeğerlik zinciri ile bağlantılı olarak gören sosyalist bir yaklaşımdır. Eşdeğerlilik zinciri kavramının anlamı ise var olan bütün çatışma alanlarındaki grupların özgüllüğünü kabul ederek birlikte bir hegemonya alanı oluşturmaktır. Bir başka ifadeyle var olan sosyal grupların kendi özgüllüklerini de dikkate alarak oluşturacakları mücadele aslında kendi çıkarlarının diğer grupların çıkarlarıyla bağlantılı olduğunu göstermek mücadelesidir. Eğer bu yapılabilirse oluşacak hegemonya tek tek grupların güçlerini aşan bir biçimde değişim talep eden siyasi bir güç oluşturacaktır.
Yalnız burada altını çizmemiz gereken önemli bir husus da bu sosyal gruplardan birinin diğer grupları yalnızca içine almasıyla hegemonya kurulamayacağı gerçeğidir. Hegemonya bu iş için en güçlü olan siyasi hareketin diğer eşdeğer hareketleri içine alırken kendi dilini, kendi mücadele kültürünü ve kendi yapısını da değiştirmesiyle sağlanabilir, sadece yan yana gelmekle değil.
Her ne kadar Türkiye’de siyasetin oluşum süreci zaten farklılıkların yan yana gelmesini zorunlu kılsa da bugün itibariyle üç büyük ittifak bloku kurulmuş olsa da bu oluşumların varlığı “Radikal Demokrasi” yaklaşımının uygulandığı şeklinde yorumlanmamalıdır. Çünkü Emek ve Özgürlük İttifakı da dahil olmak üzere bu ittifaklar bir yan yana gelme ittifaklarıdır.
Bütün bu pragmatizme rağmen Türkiye’de siyasetin bu yapılanma biçimi, “tekçi” bir zihniyetle bakmanın ne ölçüde yanıltıcı olduğunun toplumda giderek anlaşılmasına yol açtığı bir gerçek. Siyasetteki farklı partiler ve farklı ittifaklar var olan farklı kimliklerin (sosyal grupların) varlığına işaret etmektedirler ki bu da demokrasinin de bu gerçeği dikkate alarak katılımcı bir biçimde yeniden dizayn edilmesini gerektirmektedir.