Bilindik kahrolmaların provasındayız bir süredir. Bir süredir devran aleyhimize fink atıyor. Biz seke seke ve mahcup yarışıyoruz. Sanki zorla girdik bir kumara ve bir kaybeden bir de kazanan hengamesinde kendimizi buluyoruz. Bir an, zafer ile yenilgi arasında bir dalgınlık misafir oluyor. Geçmişe dair bir tefekküre yakalanıyoruz. Tam varmak üzereyken bir ışığa yakalanmış tavşanlar gibi hareketsiz, eylemsiz bu kördüğüm hayattan eleniyoruz.
Bir gün her şeye yeniden başlama takatini yakalıyoruz. Geçmiş hatalar, yenilenmiş hayaller bir kırbaç gibi, belki de bir okşamadır. Nasıl hissettirirse hissettirsin bir eylem vakti kapılarımızı çalar. İçeride konfor, dünyamızda yorgun eylemci misali gibi yamuk dururken, vicdan ve düşler tokatlar bir anda. Gelen gelsin, gelmeyen unutulsun diyerek her şeye yeniden bakma telaşıyla adımlar atıyoruz.
Yarım kalmış, eksik yapılmış, yeltenilmemiş her şeyi tek tek sınayıp, bir bir eleyip elde kalanla yollara düşüyoruz. Bu bir ayrılık, hem de birleşmeyi vaat eden biraradalık. İşte o an afallayan, geri adım atan ne varsa, hepsini tane tane yokluyoruz çünkü yolcu olmanın tarihini de talihini de biliyoruz. Bir de alışkanlıklar var, insanı bir kördüğüme, anahtarını kaybetmiş bir kapıya teşvik eden sakıncalı yerleşiklik.
Vardık ki tekrarın inadı, isyanı, ihlali ve inkârı hep bir soluk öte mesafede bir karşılama bekler, karıştırır da bir karşılaşmayla. Hayat böyle aniden kendine döndürür ve zaten dönen dünyanın vebalidir bu yalansız gerçek. Ahlar, vahlar, ahenkler, roller birbirini kovalayıp durur bu can pazarında, yarınların da pazarında. Bu esnada her soru gelecek cevapların hükmünü kaybetmiştir.
Kritik veya son anlar dediğimiz fısıltıları kuşaklar boyu dinledik. Zaten ders alınır diye diye kendimizi kaybettiğimizde gördük ki ders de verilir hem de kaybola kaybola. Bıkmanın, bıkmaları yeniden yaşamanın vebali asırladır herkesin peşini bırakmayan bir veba. Ve evet, vebalar çağında yaşamanın heyecanı, kimi zaman umutları uçurumlardan yuvarlayan vedaların ahı asla kendini unutturmuyor. Zaten dünyanın ilk günahı unutmakla başlamıştı.
Umduğunu bulamamak bir keder gibi dursa da bazen bir şanstır. Öngörüler, tekerrürler, tahminler sıralayıp onların sınırlarında yaşamanın beter haline toslamaktansa, savrulmak yeğdir bu zalim dünyada. İnsan kendi denizinde boğulan, kendi çölündeki seraplara aldanan, dağlarından düşen, ovalarında kaybolan, sokaklarında haybeye giden, evinden kovulandır. Biz, yani insanı beşer, her daim yaptıklarımız ve yapmadıklarımızla yokluğa tebelleş eden.
Rağmen diye bir kelime var, yazılsa da okunsa da anlamına biat eden. İşte o kelimenin ağırlığı, bazen hafifliği sürükler bizi sessiz bir fırtına gibi. Yani ne olursa olsun, nerede olursa olsun ama olduktan sonranın durağında bir an durup derin bir nefes alıp yol aramak, olmasa da yol bulmak. Varsın bilinmedik ayrılıklar ve aykırılıklar bizi bulsun. İşte olsun ve olsun demenin kıymetini de kıyametini de görüp yaşamak layık kalsın.
Mucizelerin rivayeti, mecburiyetlerin zincirleri, umutların ayartıcılığı asla bir derman olmadı. Duyduk, gördük ve başımıza geldi. Nihayetinde insan, neyse ki dünya, iyi ki zaman. Böyle bir sakıncalı çemberin içinde kâh tek tek kâh hep beraber dolaşıp durduk; inancını kaybetmiş bir zikir gibi. Oysa fikirler ve fikirlerin değiştirdiği gerçekler var. Yakalanacaksak onlara, yakacaksak onların ateşinde; minnet değil, mümkünler dünyası.
Haftanın kitap önerisi: Orhan Kemal, Baba Evi / Epsilon Yayınevi