“Ötekileştirme”, “dışlama”, “sömürme”, “aşağılama”. Bu kavramların hepsinin birbirine yakınlığı çok açık. Çünkü hepsi de bir ilişkiye işaret ediyor. Üstelik eşit olmayan bir ilişkiye. Eğer bir “ötekileştirilen” varsa demek ki bir de “ötekileştiren” var gibi. Eğer bir “sömüren” varsa bir de “sömürülen” var gibi. Eğer bir “dışlayan” varsa bir de “dışlanan” var gibi. Tabii bir “ötekileştiren” bir başka birini “ötekileştirebiliyorsa” demek ki bunu yapacak bir “gücü” var demektir. Bir başka ifadeyle, “ötekileştiren” ve “ötekileştirilen” arasında bir “güç” eşitsizliği söz konusu demektir.
Bunları neden mi yazıyorum? Bazıları “ötekileştirme” kavramı ile “sömürü” ya da “dışlanma” kavramları arasında bir “Çin Seddi” var diye düşünüyorlar da ondan. İşçilerin “sömürülmesiyle”, bir halkın “dışlanması” arasında bir ilişkinin olabileceğini de düşünmüyorlar. Her iki olayın da “failleri” arasında bir ilişkinin olduğunu da hayal edemiyorlar.
Bu tartışma tabii ki günümüz “sol” cenahının içindeki bir tartışma. Bazıları illa da “işçi sınıfı” öncülüğünde bir devrim yapacaklarına inanıyorlar, bazıları da başta “Kürt halkı” olmak üzere bütün “dışlanmışların” birlikteliğinden yeni bir demokratik toplum yaratacaklarını. Tabii ki kimin haklı olduğunu büyük ölçüde toplumun davranışı belirleyecek ama ben burada, daha sonra da devam etmeyi düşündüğüm bu tartışmaya bir iki not bırakmak istiyorum.
Marx’ın analizlerinde, burjuvazinin 18. ve 19. yüzyıllarda aristokrat sınıfa karşı giriştiği mücadele bir yandan sermaye birikiminin artış süreci olarak, diğer yandan da burjuvazinin toplumsal ve siyasi kimliğinin bireyselleşmesi olarak yaşandı. Sermaye birikim süreci aynı zamanda “ücretli emeğe” ilişkin talebin artmasına yol açarak eski toplumunun esnaf, zanaatkar ve küçük çiftçi gibi bireylerinin feodal ilişkilerden kopmalarına ve özgürleşmelerine (yani bireyselleşmelerine) neden oldu. Bu süreç, kapitalist üretime bağımlı hale gelmiş bu insanların aynı zamanda bir sınıf haline gelmesi anlamına da geliyordu. Çünkü işçiler eski bağlarından koparak özgürleşirlerken bir yandan da “ücretli emek” haline gelerek (homojenleşerek) işverenler karşısında, onlara bağımlı hale gelmekteydiler. Bu bağımlılık ilişkisi işverenler karşısında her zaman bir mağduriyet ilişkisi olarak yaşandı ve işçiler homojenleşirken işveren sınıfı da homojenleşti ve sınıflaştı.
Yani yukarıdaki paragrafta demek istiyorum ki Marx’ın proleterlerin burjuvazi karşısındaki mücadeleleri tarihin motorudur saptaması, proleterlerin burjuvaziyle kurmak zorunda kaldıkları ilişki nedeniyle “mağdur” olduklarından dolayıdır yoksa proleterlerin kendilerinde olan özelliklerden dolayı değil
Böyle bir çerçeveden baktığımızda, içinde yaşadığımız toplumda farklı kimliklerin varlığını dikkate aldığımızda görürüz ki bu kimliklerin bazıları, ulus-devletin sahibi olarak davranan egemen kimlik(ler) tarafından şu ya da bu nedenle “dışlanmış”, “ötekileştirilmiş” kimliklerdir. İlerideki yazılarımda daha ayrıntılı olarak ele alacağım gibi, bu “dışlanmış” kimliklerin “dışlayan” egemen kimliklerle ilişkisi aynı zamanda ekonomik olarak da- tıpkı işçi sınıfı gibi- “sömürü” ilişkisidir.
Dolayısıyla “sömürü”nün aynı zamanda bir “dışlanma” süreci olduğunu söylememiz gerekir. Bir başka ifadeyle “sömürü”, “dışlanmanın” yalnızca bir yönüdür. Hatta diyebilirim ki
“dışlanma” günümüzde “sömürüyü” de içine alan daha geniş bir kavramdır. Eğer “dışlanmanın” merkeziliğini anlamazsak, üretim araçlarının kapitalist mülkiyetine karşı mücadele ile kimlik mücadelelerinin birlikte yürümesi gereken mücadeleler olduğu gerçeğini atlarız. O zaman da aynı mücadele içinde yer alması gereken insanlar ayrı kampların fertlerine dönüşerek başarısızlığı körüklerler. Herkesin dikkatli olması gereken zamanlardan geçiyoruz.
Aman dikkat!