Bugünkü açık faşizmin 12 Mart ve 12 Eylül’den önemli bir farkı, oligarşinin üzerinde uzlaştığı politik ve/veya ekonomik bir programa dayanmamasıdır denilebilir. 12 Martçılar “61 Anayasası’nı daraltma”, 12 Eylülcülerin “61 Anayasası’ndan kurtulma” ve (daha sonra neoliberal yeni sömürgeciliğe geçişin ilk adımı olduğu anlaşılacak olan) “Monetarist IMF reçetesini uygulama” programlarının uygulanması için açık faşizme başvurmakta oligarşi ile mutabıktılar.
Bugünkünün önündeki program, düzenin bütünü açısından bir “reform” ya da “revizyon” programı değil, “kontrgerillanın iç birliğinin yeniden sağlanması” programı. Bu nedenle “tek adam rejimine” geçiş oligarşide bir “bayram havası” estirmiyor, “hayırhah bir kabullenme”yle karşılanıyor. Bu programın Türkiye toplumundaki (çoğunlukla birbiriyle iç içe geçen) iki büyük siyasi gericilik akımı (ırkçı-devletçiliği ve dinbazlığı) temsil eden AKP-MHP koalisyonu tarafından uygulamaya sokulması bir tesadüf değil. Sömürge faşizminin kurucu öznesi olan kontrgerilla (Seferberlik Tetkik Kurulu’nun kurulduğu 1953’ten başlatırsak) 65 yıllık tarihi boyunca temel toplumsal desteğini bu iki gerici akımdan sağladı; bu akımlara olan “borcunu” da, onların önünü sürekli açık tutarak, sürekli koruma altına alarak, devlet olanaklarıyla destekleyerek, altyapılarını, dayanaklarını güçlendirerek ödedi.
15 Temmuz sonrasında kontrgerillanın çatır çatır çatlaması bu iki büyük siyasi gericilik merkezini “devletin bekası” sorunu etrafında bir araya getirdi. Bu gerici merkezlerin “devletin bekası”ndan anladıkları “kontrgerillanın bekası”, yani sömürge faşizminin bekasıydı. Tersinden söylersek, kontrgerillanın kurucu özne rolünü yitirdiği bir devlet olmadan ırkçılığın da dinbazlığın da işlevsel temeli zayıflayacaktı. Böylesi bir durum, her iki gericilik için de beka (sürdürülebilirlik) sorunu yaratacaktı. AKP ve MHP’nin “kontrgerilla iktidarını kurtarma” programı üzerinden kurdukları koalisyonun temelinde temsil ettikleri siyasi-toplumsal gericiliğin bekası bulunuyordu. Siyasi gericiliği aynı iktidar çatısı altında birleştirmenin formülü de basitti: “Gavur alerjisi” üzerinden seküler muhalefeti bastırıp dinbaz hegemonyayı konsolide etmek, Kürt düşmanlığı üzerinden şiddet mekanizmasını bütünleştirmek.
Bu ikili formül (“gavur” ve “bölücü”), Türkiye toplumunun bütün gerici potansiyeli iktidar etrafında bütünleştirmenin garantili formülü olarak öne çıktı. “Yerli ve milli” formülü, işte bu garantili formülün “pozitif” ifadesi olarak AKP-MHP koalisyonunun etiketi haline getirildi. Ancak şurası açık ki, kendisini “gavur ve bölücü”ye karşı “yerli ve milli” ile tanımlayan siyasi gericiliğin toplumsal tabanı (ciddi oranları bulduğu anlaşılan hile marjı ile bile) Türkiye toplumunun %50’sini ancak, açık faşist iktidarın etrafında birleştirebiliyor. İktidarın “milli irade” kavramı, açık faşizmin meşruiyetini dayandırdığı bu “toplumsal gericilik milleti”nin iradesinden başka bir şey değil. Açık faşizmin dayandığı hileli “çoğunluk” zayıf, kırılgan ve ancak şiddet aygıtıyla arkalandığında imal edilebilen bir “çoğunluk”. Yani “gericilik milleti” uzun süreye yayılacak bir mutlak iktidarın ihtiyaç duyduğu bir niceliğe ve niteliğe sahip değil. Arkasından kontrgerillanın açık ve doğrudan iktidarı çekildiği anda bu “çoğunluğun” imal edilemeyeceği aşikar. Erdoğan’ın “Milletin kaderi ile AKP’nin kaderi birleşmiştir.
AKP iktidarının yıkılması, devletin yıkılması demektir” biçimindeki “parti=millet” faşist jargonunu bu bakış açısıyla ele aldığımızda, bu formülün aynı zamanda bize açık faşizme karşı mücadelenin ideolojik/söylemsel kırmızı çizgisini de verdiğini görmeliyiz. Bugünkü açık faşizme karşı mücadelenin en temel unsurlarından birini, onun toplumsal dayanağına karşı mücadele oluşturuyor. Bu dayanak “toplumsal gericilik”tir. Toplumsal gericiliğe (yani ırkçılığa ve dinbazlığa) pabuç bırakmama, püskürtme, geriletme ve tasfiye etme mücadelesi, demokrasi mücadelesinin olmazsa olmaz şartı durumundadır. Tersinden ifade edersek, ırkçılığa ve dinbazlığa kan taşıyan her tutum alış, her söylem, her geri adım, AKP-MHP koalisyonunun değirmenine su taşımaktan başka bir şey değildir.
Demokratik halk muhalefetinin siyasi temsil mecralarında, CHP’de ve HDP’de bu gerçeklikle bağdaşmayan, muhalefet saflarında kafa bulanıklığına yol açan, siyasi gericiliğe manevra alanı sunan yaklaşımlar öteden beri var olabilmektedir. CHP saflarındaki saplantılı Kürt düşmanlığı ve “sağa açılma” eğilimi, HDP’nin merkezi siyasetinde kendisine yer bulan “TÜ- SİAD’da müttefik arama”, “laiklik mücadelesinden uzak durma” ve “ABD/İsrail’in Ortadoğu’daki emperyalist müdahalesine karşı kayıtsızlık” bu bağlamda, AKP-MHP koalisyonuna karşı demokratik muhalefetin topuk dikenleri durumundadır. Bu olgunun son vurucu örneğini CHP’nin Abant Toplantısı’nda yerel yönetimlerden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı’nın “yerel seçimlerde sağ seçmene ulaşmak için sağın dilini kullanmak gerektiği” “dahiyane fikri”ne nöbetçi sazan olarak atlayıp Sübyan Mektebi açılışına giden CHP’li Yalova Belediye Başkanı verdi. Bir kez daha gördük ki, toplumsal gericilikle arasına net çizgi çekmekten kaçınan bir siyasi tutum, bugünkü koşullarda, toplumsal gericiliğe ve dolayısıyla açık faşizme teslim olmak zorundadır.
“Köpekle dalaşmak yerine çalıyı dolaşmak” bazen geçerli bir yöntem olabilir. Ama bugün, bu koşullarda doğru da değil, mümkün de. Demokratik halk muhalefetinin siyasi gücü toplumsal gericilik önünde “arazi olarak” değil, Türkiye solunun yarım asırlık ortalama değerleri bugüne taşınarak artırılabilir.