Anadolu insanı bu ozanları dinledi, söyledi asırlar boyu. Onca zulme, yoksulluğa, savaşa, baskıya rağmen, bu sesler dinmedi. İşte budur bugünkü konumuz.
Hüseyin Cevahir, “Kalın çizgilerle edebiyatımızın dünü, bügünü” adlı makalesinde bakın ne diyor:
“Diyeceğim; bu denli gürültüye, çatırtıya bakarak, Türkiye’de birkaç yazarın, ozanın dışında, sanatın işlevi ve yararlılığı su götürmektedir. Bütün bu yakınmalar, didişmeler, bundan çıkmaktadır. Bunlar çatırtının gürültüleridir.”
(……….)
“Ama şunu belirteyim ki, tek tek ozanları, yazarları ele alıp inceledikçe, eleştirdikçe, yazar-okur çelişkisi, değerlendirmelerdeki zıtlıklar, terslikler kendiliğinden ortaya çıkacaktır.” (………….) “Ülkemizde, yapıcı otoritesi, sanat eseri üzerinde inanılır bir değer yargısına varan, kitle-sanatkar ilişkisi kuran büyük eleştirmen yoktur.”
Hüseyin Cevahir bu satırları yazdığında 23 yaşında idi. Aynı yazıda “Güneş topla benim için” satırlarının yazarı Ülkü Tamer’in gelişini de o haber vermiştir.
Gene aynı yazıda, “Sanırız ki, hiçbir zaman Türkiye’nin bu denli çok ve etkin okuyucusu olmamıştır. Gerçekten bilinçli, kültürlü, çağına göre düşünmenin olanaklarına ermiş okur sayısı her geçen gün daha da artmaktadır. Yalnızca önemli bir eksikle: Edebiyat, daha doğrusu sanat kültüründen yoksun olarak” diyerek, okuyucuyu da eleştirilerinin hedefi yapmıştır.
Yazıda bugün de geçerliliğini yitirmemiş olan iki önemli eleştiri vardır:
– “Ülkemizde, yapıcı otoritesi, sanat eseri üzerinde inanılır bir değer yargısına varan, kitle-sanatkar ilişkisi kuran büyük eleştirmen yoktur.”
– Edebiyat, daha doğrusu sanat kültüründen yoksun okuyucu çokluğu.
Bu iki eleştiriyi ele almadan önce, bugünkü konumuz üzerine bir şeyler demek istiyorum:
Yukarıdaki eleştirinin yapıldığı dönemde TR’de renkli TV yoktu. Her evde de yoktu. Sadece radyo ile gazete haberlerinden öğrenilirdi ülke genelinde olanlar. Anadolu’nun birçok köşesinde ise Ozanlar, destancılar, aynı bugünkü Facebook, Twitter, Youtube hangi işlevi görüyorsa öyle idiler.
Sadece bu mu? Onlar, kökü çok öncelerine dayanan bir eleştiri, düşünme geleneğinin de sürdürücüleri idiler. Felsefi görüşlerin yayılmasında önemli bir konumda idiler. İnsanlara belli konuları bir dörtlükte açıklayıverirlerdi. O görüşler kulaktan kulağa, dilden dile yayılırdı.
İsa’dan önce 570-526 yıllarında yaşadığını Herodot’tan öğrendiğimiz Aisopos, yani bizdeki adı ile Ezop, bu geleneğin kurucularındandır. O dönemindeki totaliter iktidarları, halka söyleyeceklerini, hayvanlar aleminden seçtiklerini konuşturarak söyler, anlatırdı. Trakya’da, bugünkü Kdz. Ereğli’den Bodrum’a giden çizgideki o dönemde İonya denen bölgede yazdı, söyledi. Ne yazık ki Anadolu’da yazma geleneği zayıf olduğundan çok sonraları duyuldu. Yeri gelmişken aynı bölgede yaşamış olan Apuleius’u (M.S. 123-170) da anmak gerek. En üretken dönemini Anadolu’da yaşayan Apuleius, “Altın Eşek” adlı eseri ile daha o dönemde zirveye oturmuştur. Asıl adı “Metamorfozlar” yani “Dönüşümler” olan bu kitabında nasıl bir dil ustası olduğunu da göstermiştir. O bugün hala süregitmekte olan “Kızım sana diyorum, gelinim sen anla” deyişi gibi birçok deyişin de ustasıdır. Kitaba “Altın Eşek” adını Augustinus (M.S. 354-430) vermiştir. Bu kitap, ünlü yazar Boccacio’ya da “Decameron” adlı Avrupa’nın ilk erotik romanını yazarken kaynak görevi görmüştür. Bu gelenek, 1200 yıllarda Al Maarri ile devam etti. Ondan Dante’ye, daha sonra da birçok yazara örnek oldu. 1600 yıllarda Fransa’da La Fontaine onu örnek aldı. Eserleri Türkçe’ye çevrildi.
Hatta bu geleneğin, M.S. 800 de Mekke’de yaşadığı sanılan Arap mizahçısı Eş’eb’den, Nobel ödüllü Günter Grass’a kadar gittiğini bile söyleyebiliriz. Onun “Teneke Trampet” adlı romanı da bir destandır aslında.
Ama asıl olan, bu geleneğin doğduğu topraklarda yaşananlar, yaşatılanlar. Avrupa’da şiirin yerini nesir almaya başlatınca, bu ozanlık geleneği de zayıfladı. Eskiler, “Söz gider yazı kalır” derler. Ama Anadolu’da öyle olmadı.
Bedros Dağlıyan’ın deyişi ile, “Anadolu türkülerle ağladı, türkülerle güldü. Bağlamanın tellerine dokundukça dile geldi acılar. Dengbêjler köy köy gezdi anlattı.” (B.Dağlıyan. Yaralı Turna)
Anlattı Pir Sultan, anlattı Karacoğlan, Kaygusuz Abdal, Aşık Dertli, anlattı Dadaloğlu… Ta Aşık Veysel’e varana kadar.
Anadolu insanı bu ozanları dinledi, söyledi asırlar boyu. Onca zulme, yoksulluğa, savaşa, baskıya rağmen, bu sesler dinmedi. İşte budur bugünkü konumuz. Bu yaşama aşkı, bu insan, bu doğa sevgisidir. Bunu yaşatanlardır.
Dün, Aşık İhsani, Aşık Mahsuni, Baba Muharrem Ertaş, daha dün kaybettiğimiz Neşet Ertaş, adını anmadığımız niceleri bu geleneği devam ettirdiler. Onları da sevgiyle saygıyla anıyoruz.
Ozanlarımız, yukarıda Hüseyin Cevahir’in biraz umutsuzca dile getirdiği iki eleştirinin hedefi değillerdir. Onlar, benimsedikleri, içselleştirdikleri eleştiri, düşünme, felsefe yapma geleneğini devam ettirdiler. Olan, sadece araya giren teknoloji oldu(!). Bu sanal ormanda, gençlerimiz, bazen onların varlıklarını unutur gibi oldular.
Aşık dertli, şikayetini:
“Tellei sazdır bunun adı
Ne Ayet dinler ne kadı
Bunu çalan anlar kendi
Şeytan bunun neresinde” diyerek, saz çalmayı “şeytan işi” gören yobazlara seslendi.
Karacoğlan:
“Şu yalan dünyaya geldim geleli
Tas tas içtim ağuları sağ iken
Kahpe Felek vermez benim muradım
Viran oldum mor sümbüllü bağ iken” deyip kadere isyan eder,
Köroğlu:
“Yürün aslanlarım savaş edelim
Buna kavga derler bey ne paşa ne?” der,
“Mert dayanır namert kaçar
Meydan gümbür gümbürdenir
Şahlar şahı divan açar
Divan gümbür gümbürdenir” deyip şahlara beylere meydan okur,
Gevheri, sanki bugünkü bugünü anlatır:
“Hey ağalar zaman azdı
Düşmüşe il üşer oldu
Küllükte sürünen eşşek
Cins atla yarışır oldu.”
Aynı bugün gibi, o dönemde de Kadıların, yani Yüksek Hakimler Kurulu Başkanlarının bile rüşvet yediği dönemler olmuştur.
İşte Dertli bunlara:
“Abdest alsan aldın demez
Namaz kılsan kıldın demez
Kadı gibi haram yemez
Şeytan bunun neresinde?” diye sormuştur.
Kaygusuz Abdal ise:
“Bir kaz aldım ben kadıdan
Boynu da uzun borudan
Kırk abdal kanın kurudan
Kırk gün oldu kaynadırım kaynamaz” diyerek yolsuzluğun boyutunu sergilemiştir.
Tekrar Hüseyin Cevahir’e dönersek: Evet sevgili Hüseyin, haklısın. Okuyucu sayımız çoğaldı. Dediğin düzeyde eleştirmenler de henüz yok; ama ozanlarımız var. Onları dinleyenler var. Önemseyenler var. Okumaya yazmaya devam ediyoruz, edeceğiz.
Bu çalkantıda çıkan gürültü bizi yıldırmıyor.
Gene Kaygusuz Abdal’ın deyişi ile:
“Bu adem dedikleri
El ayakla baş değil
Adem manaya derler
Suret ile kaş değil.”
Yaşantımıza anlam veren, umudumuzu yeşerten ozanlarımıza sahip çıkacağız.
Onlardan biri de Turani Baba. Sessiz sedasız yazıyor eserlerini. Dadaloğlu soyundan. Arif Sağ, Musa Eroğlu, daha niceleri ile saz çaldı, söyledi. Bana göre Ozanlık Geleneği’nin günümüzdeki en güçlü sesi.
Turani Baba, ülkemizdeki kargaşayı nasıl gördüğünü:
“Gelin hele büyük konser oluyor
Sazı alan toplanmışlar ormana
Katır tempo tutmuş köpek uluyor
Hızı olan toplanmışlar ormana” diyerek dile getiriyor.
Ülkesinde olup bitenler onu derinden etkiliyor. “İnançlı” denen toplumların, nasıl olup da haksızlıklara göz yumduğuna bakıp, Tanrı’ya soruyor:
“Yaradan dedik yücelttik,
Gerçek sayın bir mi senin?
Asırlardır secde ettik,
Eğilmeyen ser mi senin?
Hani tektin, eşin yoktu,
Sıfatın yok, kaşın yoktu.
Ortağın yok, başın yoktu,
Yoksa işin sır mı senin?”
Bir şiirinde dediklerini okumama izin verin:
Engelleri aşıp geçtim evrimi
Nihayet toprakta yaptım devrimi
Yaşadıkça değiştirdim seyrimi
Her yönde okudum insan oğlunu
Gezdim tüm âlemi aklın sözüyle,
Çok şey inceledim beynin hızıyla
Neler neler gördüm ilmin gözüyle,
İzanda okudum insanoğlunu”
Evet, iyi ki ozanlarımız var. İyi ki bir Hüseyin Cevahir’imiz olmuş da edebi eksikliğimizi bize duyurmuş.
İyi ki Turani Baba aramızda, hala yazıyor, derdimizi, tasamızı, sevincimizi, umudumuzu dizeleriyle dile getiriyor.
Turani Baba’ya selam olsun.
Ölenlerin anısına saygı ile.