“Ne yaparsanız yapın ama soykırımı unutmayın. Çünkü unutulan soykırım tekrarlanır.”
Aliya İzzet Begoviç
İnsanlar, doğanın kendini yenilediği bahar mevsiminin umudu ve güzelliklerin hayalini yaşarken; hiçbir şeyden habersiz kendi yalnızlığında yaşayan Halepçe halkı bir öğle vakti adını dahi bilemediği kimyasal gazlarla ölüm kapanına yakalandılar. Ne kadar canlı varsa ayırt etmeksizin hepsi yakalanmıştı o zehir kapanına…
Halepçe halkı, habersiz gelen ölüme ve zehir bulutuna yakalanmıştı…
Kaçmaları neredeyse imkansızdı.
Bu zehirli kimyasal silahlar bedenlerinde bir yangının oluşmasına ve acı çekerek ölmelerine neden oldu. Çocuklar kimyasal zehiri bilmediği için gelen kokuya koşarak “bihna sêvê tê /elma kokusu geliyor” diyerek aslında bilmeden ölümlerine koşuyorlardı.
Diktatör Saddam’ın emriyle Irak hava üssünden havalanan bir Mig-21 filosu uçağı Halepçe, Duceyde, İnab, Hurmal ve Sirva kasabalarını kimyasal bombardımana tabii tutuyordu. Mig 21’lerin art arda bıraktığı hardal gazı, siyenit gazı ve sinir gazı bombaları çok geçmeden etkisini savunmasız insanların bedeninde gösteriyor ve binlerce masum insanın nefessiz kalmasına ve ölümüne yol açıyordu.
Kundaktaki bebeklerin, yetmiş yaşındaki dedelerin, ninelerin, gencecik gelinlerin ve evde sofra başında hiçbir şeyden haberi olmayan o genç kızlar umutları, sevdaları, düşlediği yarınlarının hayallerini yaşamadan sessiz ve apansız ölüme gittiler.
Kundaktaki bebeklere ve onlara yarım kalmış ninnilerini söyleyemeyerek ayrılan hayatlara tanık oldu.
Kapılarının önünde oynayan çocuklar, sohbet eden aileler; çalışan babalar; bulaşık ve çamaşır yıkayan, yemek yapan, evi süpüren kadınlar; beşikteki çocuğu uyutmaya çalışan gelin; düğün hazırlığı yapan genç kızlar, henüz isimleri bile konmayan o küçük yavrular, hayvanları otlatan çobanlar ve isimleri ihanetçiye..! çıkmış daha niceleri…
Atılan zehirli kimyasal maddelerle cehennem vahşetini yaşadılar.
Ve çığlığı hiç duyulmadı Halepçe’nin…!
Çünkü Halepçe sessiz ölümdür.
İnsanlık bir kez daha kapitalizmin ikiyüzlülüğüne, vahşetine, insafsızlığına şahit olmuştu.
Resmi rakamlara göre sadece Halepçe’de 6333 kişi şehit ediliyor ve yüzbinlercesi de engelli kalıyordu.
Saddam, 1986-1989 yılları arasında ölümleri inançla meşrulaştırarak “Enfaal Harekâtı” başlattılar. Bu harekatla başlayan ve sonrasında Halepçe’de öldürülenler ile birlikte 185 bin Kürt katledildi. Onbinlerce yerleşim birimi yerle bir edildi. Saddam’ın Dokan Baraj Gölü’nün kapaklarını açmasıyla birlikte binlerce kişi çamurlar altında kalarak can verdi.
Binlerce insan kadın, çoluk çocuk demeden yıllarca zorunlu ikamete tabii tutuldu. İşte Halepçe bu yıkımın ve kirli politikanın en son ve acıklı tablosu olarak hafızalarda yer edindi.
Onun için yazar “Halepçe, yüzyılın yeni bir Hiroşima’sıdır. Hiroşima’dan da öte toplu bir soy kırımıdır.”
Bu yaşananlar hep aynı yüreği parçalar. Aynı coğrafyaya düşen ve değişmeyen acı kederdir…
İbn-i Haldun “coğrafya kaderdir” der. Kader bu olsa gerek, diktatörlerle ve insanlıktan nasibini almayanlarla birlikte bir coğrafyada yaşamak.
Yer gök kundaktaki o bebeklerin sessiz ve habersiz ayrılışına bir kez daha şahit olmuştu. Nefessiz, cansız bedenler öylece kalakalmış ve bir koca kasaba yerle bir edilmişti. İnsan, hayvan ve her ne canlı varsa hepsi bu vahşetin ağına takılmıştı. Yerde nefessiz bırakılan o cansız bedenler zehir kusuyordu.
Umutla doğacak bebeklerini doğurmadan öylece yaşama veda edip giden körpe gelinler…
Doğa bile o zehirden nasibini almıştı. Toprak ve su zehir kokuyordu. Her tarafı bir korku ve ölüm sessizliği kaplamıştı. Halepçe’nin bu ağır yükünü ve halini hiçbir can kaldıramaz. İnsanım diyen herkes bu acıyı asla unutmamalı ve yüreklerinin en derinliklerinde hissedip, saklamalı.
Nefessiz bir şekilde yaşama veda edenlerin yanında binlerce ve yüzbinlerce engelli kalan ve bir daha iyileşme şansı yakalayamayan insanlar o acı hikayeleriyle yaşamaya tutunmaya çalışmışlar…
Peki kimyasal zehrinden kurtulanlar ve hayatta kalanlara ne oldu?
Yüz binlerce insan; çoluk çocuk demeden bir kez daha kendi ülkesinin tacirleri olmuştular…
Umutsuz ve sessiz sedasız, yağmurlu havaların, çamurlu yolların, kayalıkların gece karanlıklarında aç susuz, kurda kuşa yem olacaklarını düşünmeden dere, dağ ve taş demeden; sığınacak bir liman arayan insanların mahşeri kalabalıklarına tanıktı her yer…
Bir taş parçası yaşam sığınakları, bir mağara korunakları olmuştu. Umutsuz ve yürekleri parçalı olarak bir belirsizliğin yolcuları olmuşlardı.
Bir kez daha tarih sahnesine çıkan zalim Dehaklar, Nemrut vari cellatlar kurbanlarını her zamanki gibi kez daha yanı başlarından seçmişlerdi. Kürdistan’ın orta yerinde bu masum gencecik canları almaya ant içmişlerdi. Kusursuz ve kahpe ölümlere bu kan emici cellatlar yeminliydiler.
Kendi coğrafyanın en kadim halklarından biri olan Kürtler bir kez daha özgür olamamanın bedelini canları ve mallarıyla ödüyorlardı. İnsanlık bir kez daha bu vahşet karşısında sessiz kalmış ve kulaklarını sağır etmişti.
Çağın en ileri silahları kontrolsüz Saddam’ın eline vererek kundaktaki bebekler üzerinde denenmesini sağladılar. Celladı besleyip büyüten silah tacirlerinin sesi kesilmiş ve hepsi suç üstü yakalanmışlardı. Herkes çok iyi biliyordu ki bu soykırımın ortakları bu silahları satanlar ile kullananlardı. Ve bu katliama sessiz kalanlar en az diğerleri kadar suç ortağıydılar.
Bakın Eyaz Yûsîf diktatörü ne güzel tanımlamış….
“Me gotî Hîtlerî mirîy, çare şîna bîtîn.
Me nîzanî de kûrê wî Bexda mezun bîtîn.
(Biz Hitler’i öldü, bir daha doğmaz diyorduk.
Oğlunun Bağdat’a büyüdüğünü bilmiyorduk.”
Soykırımlar ve halkların acıları hiçbir zaman bitmez. Dün dünyanın birçok yerinde (Saray Bosna, Nagazaki, Hiroşima ve Halepçe) işlenen bu soykırımlar, kim bilir belki yarın başka bir yerlerde bir kez daha işlenir. Çünkü “unutulan her soykırım tekrarlanır.”
Bir umut mevsiminde baharı beklerken zalimin cehennem ateşine yakalanacağını nerden bilecekti o insanlar. Düşlerine, umutlarına, sevdalarına, güzelliklerine zehirli gazlarla veda etmeden ayrılacaklarını bilmezdi o sevdalı yürekler, gencecik gelinler….
Soykırımdan sağ kurtulanlar yaşadığı acıları, gördüğü vahşetleri yüreklerinde ve beyinlerinde hissettikleri o acı matemleri yüzyıllar boyunca birbirine anlatacak ve nesilden nesile Halepçe’nin ağıtını yakacaklar…
Kendi halklarıyla barış içinde ve farklılıklarıyla yaşamayı beceremeyen Saddam dünyanın öteki ucundan gelen Amerika’nın darbesiyle saklandığı karanlık hücresinden çıkarılarak idam sehpasına götürüldü. Yüzbinlerce kişinin katiline sebep olan bu diktatörün ölümüne tüm dünya şahit oldu ve tarih bir kez daha zalimlerin tarih sahnesinden ayrılışına tanık oldu. Diktatörler korkaktır. Diktatörlerin korkak öldüğünü Saddam’la tüm dünya gördü. Korkaktı çünkü suçunu iyi biliyordu. Döktüğü kanda boğulacağını, yaptıklarının hesabının bir gün mutlaka sorulacağını biliyordu.
Kürt halkı bugüne kadar yaşadığı tüm acıları ne yazı ki ortaklaştığı ve kader birliği yaptığı Türk, Arap ve Acem halkının yetiştirdiği diktatörlerin uyguladığı inkâr ve imha politikalarından çekti. Kürtler kendi ülkelerinde insanlığın karşı karşıya kalabileceği ne kadar kirli politika varsa maruz kaldılar/kalıyorlar. Bu kirli politikalarının sonucunda milyonlarca insan ölüme, yoksulluğa, umutsuzluğa ve hayatlarıyla birlikte yok olup gittiler.
Bu kırım dün de devam etti, bugün de aynı şekilde kesintisiz bir şekilde devam ediyor.
Dolayısıyla Halepçe’de uygulanan politika ile yaşatılan acı ve denenen bu kırım Dersim, Şengal, Geliye Zilan, Newala Qeseba, 33 Kurşun’dur, Roboski ve 17 bin faili meçhul ölümlerin benzer mantığın politikaları ve türevleridir. Devletler değişse de değişmeyen şey Kürtlere karşı politikalarıdır.
Kişiler ve coğrafya değişebilir, uygulanan bir halkın değerleriyle yaşatılmaması ve yok edilme politikalarıdır.
Sonuç itibariyle bu coğrafyada uygulanan tüm kirli politikalar, yaşanan soykırım, inkâr, imha ve asimilasyon politikalarına karşı boşa çıkmış bir halk gerçekliğinin olduğudur. Yaşatılan tüm acılar ve coğrafyada uygulanan bütün kirli politikalar verilen mücadele ve bedellerle açığa çıkmıştır. Kürt meselesi uluslararası bir soruna everilmiş ve Ortadoğu’da çözüm bekleyen sorunların başında gelmiştir. Bu sorun çözülmeden bu coğrafyada rahat bir nefes almak zorlaşmıştır. Bu sorunun çözümü ise yeni bir paradigmada ve politika değişikliğindedir. Yeni bir politika ve yeni bir bakışla sorunu ele almalıdır. Ortaya çıkan bu tablodan ders çıkaranlar sağlam bir kardeşleşme zeminine temel atarken, benzer soykırımcı politikada ve inkarda ısrarcı olanların günün birinde kirli politikalarıyla yok olup gideceği herkesin kabul ettiği bir gerçeklik olmuştur.