Depremlerde çok sayıda yakınını kaybeden, çok sevdiği kentinin yıkılmasının acısını yaşayan bir kadın, tanıdığı ne kadar kadın varsa hepsini 8 Mart eylemlerine davet ediyordu. Aslında çağırdıklarının çoğu da dolaylı ya da dolaysız olarak depremzedeydi. Hepimiz gibi… Kimisi bir arkadaşını-dostunu kaybetmiş, kimisi yakınlarını, kimisi zamanın birinde ziyaret ettiği ve gönülden bağlandığı bir kenti. Davet eden kadının mealen “Gelmelisiniz, gelip öfkenizi, acınızı o meydanlarda haykırmalı, başkalarının acıları ve öfkeleriyle birleştirmelisiniz. Bizi sağaltacak olan budur. Bu kolektif acıyı kolektif dayanışmayla olduğu kadar mücadeleyle alt edebilir, güce dönüştürebiliriz” anlamına gelen sözleri, acı ve öfkeyle demlendiği için sığlıktan uzaktı. Bir alışkanlığın tekrarı değillerdi. O an akla gelenin dillenmesini ya da tek başına bir eyleme katılmaya ikna etme çabasını ifade etmiyorlardı. Anı aşma, acıyı güce dönüştürme ve başka bir dünyanın kapısını açabilme isteği ve ısrarı vardı. Aslında bu 8 Mart’a katılan on binlerce kadının da aklından-yüreğinden geçenlerin tercümesiydi.
Toplumca sadece depremin yarattığı devasa yıkımın, can kaybının sarsıntısını yaşamamıştık. Olup bitenlerin her açıdan bir katliam olduğunu bilmenin öfkesi boğazımızda düğümlenen bir çığlık gibi canımızı acıtmıştı. Uzaya gitmekten, duble yollardan, şatafatlı binalardan bahsedenlerin enkaz altındaki canları çıkarmak bir yana, enkaza dönmüş yaşayanlara su bile götürmediklerini görmek boğazımızda düğümlenen çığlığı kanatıcı hale getirmişti. Derdimiz en azından o suyu götürebilmek olduğu için sıktıkça sıkmıştık dişlerimizi. Kimimiz, evimizi atölyeye dönüştürmüş, işten sonraki zamanlarımızda battaniye dikmiştik; kimimiz, yaşadığımız apartmanın bir bölümüne toplanan yardım malzemelerini paketlemeye koşmuştuk. Derneklerde, bir anda oluşuveren dayanışma merkezlerinde arı gibi çalışan binlerin parçası olmuştuk. Bu büyük seferberliğe eşlik ediyordu sıktığımız dişlerimiz, koyuvermediğimiz öfkeli çığlıklarımız.
Mesele sadece bir öfkeyi çığlığa dönüştürmek de değildi. Bu dayanışma seferberliği içinde zihinlerimiz, boğazımıza düğümlenmiş öfkemize eşlik eden bir incelikle işliyordu. Ellerimiz deprem bölgelerine gidecek paketleri yaparken, düşüncelerimiz olup biten karşısında yeni bir başlangıç nasıl olur noktasında sabitleniyordu. Sadece her şeyin farkında olanlarımız değil bu süreçte anlamaya başlayanlarımız için de bu böyleydi. “Bu devran böyle gitmemeli” diye haykırıyordu her şey.
8 Mart alanları bu gerçeğin tercümesi oldu.
İstanbul 8 Mart’ı ise kadınların günlerdir boğazlarında düğümlenen çığlıkların koyverildiği kolektif bir aynaydı. Taksim bir gün öncesinden polis kuşatmasına alındı. İstiklal’e açılan tüm sokaklar kapatıldı, esnaf bir gün öncesinden “kapatacaksın” diye tehdit edildi. 25 Kasım’da olduğu gibi kadın hareketi gövdesinden ayrıştırılmaya, kendi deyimleriyle “marjinalleştirilmeye” çalışıldı.
Fakat polis ablukasına, ulaşım engeline aldırmayan kadınlar yer yer kilometrelerce yol yürüme, polis barikatları önünde saatlerce öfkeli sloganlarla bekleme pahasına birbirine kavuştu. Hedeflenen “marjinalleşme” aşılmış, binlerce kadın öfkeli sloganlarıyla büyük bir isyanın korosunu yaratmıştı.
Rejimin en büyük hasımlarından biri olan kadın hareketi, deprem acısının ve öfkesinin alanlarda kitlesel biçimde dile getirilmesinin kanalı haline gelmişti.
İlk tribünlerden yükselmişti bu kitlesel öfke. Kadınlar onu sabırları, yaratıcılıkları, ince ince tasarlama yetenekleriyle sokağa indirdi. “Hükümet istifa!” sınırları baskın olsa da öfkenin kıvamının bunu aşacak nitelikte olduğu her açıdan hissediliyordu.
Elbette mevcut iktidarın sandıkla gönderileceği sınırları da hissedildi. Özellikle taşınan dövizlerde bu daha net görülüyordu. Ancak bu sistemin değişmesinden farklı şeyler anlasak da “bu devran böyle gitmemeli” noktası binlerce kadının ortak duygusu, beklentisi oldu.
Bu devranın böyle gitmemesinin karşılığının başka bir dünya kurmak, başka toplumsal ilişkiler, üretim-tüketim döngüsü yaratmak bilincine dönüşmesiyse uzak bir olasılık değildir. Yine böyle bir dünyanın sandıkla değil, sokakta, güçlü bir toplumsal mücadeleyle gerçek haline geleceği bilincinin kolektifleşmesi de öyle.
Etkileri yıllarca sürecek bu depremin mesela Meksika’da yaşanan 1985 depremi sonrasında olduğu gibi güçlü bir toplumsal dönüşümün, demokratik halk hareketinin manivelası olması işten bile değildir. Dayanışma seferberliği, bu süreçte açığa çıkan “biz kendi kendimizi yönetebiliriz” bilinci, burjuva devletin ne menem bir şey olduğunun tüm çıplaklığıyla açığa çıkmış olması, tüm bunların oluşturduğu toplam birikim bunun temelidir. Bundan sonrasını bu ipe sıkıca tutunarak örebilirsek, sistemin ekonomik-siyasi krizi üzerine binen depremi onun altında kalacağı enkaza dönüştürmek zor değildir.
Önümüzde Newroz var. 8 Mart’ta sokağa taşınan acı ve öfke, Newroz’da başka pekçok şeyle birleşerek daha ileri toplumsal anlamlar kazanacaktır.
Bilinç ve duygu dönüşümünün tedricen yaşanacağı “normal” dönemlerden farklı bir olağanüstülüğün içinde yaşıyoruz. Beklenmedik gelişme ve sıçramalara açıktır böylesi dönemler. Onlarca yılda yaşanabilecek pekçok gelişmeyi bir anda görmek, yaşamak, bilmektir sözkonusu olan. Bizim zamanımızın da bu olağanüstülüğe göre akması, sabır denilen metanetin hırçın bir sabırsızlığa dönüşmesi olmazsa, bambaşka bir toplumsal çöküş de hemen yanı başımızda beklemektedir. Zamanın ruhunu çürümüş bu sistemin karşısına, kendi hayal ve beklentilerimize tutkuyla sarıldığımız “sabırsızlık zamanı”nı koymak oluşturuyor.
Zamanın ruhu sokakta, öz örgütlenmede, yakıcı sorunlara karşı kitle seferberliğinin yaratacağı demokratik dönüşümdedir. Bu ruhun arkasından değil, önünde koşmaktadır.