İçimden bir ses diyor; Herkes yaralı bir at gibi, koşuyor. Koşuyor, yaralı atlar gibi herkes. Yaralı bir at gibi herkes, koşuyor. Yaralı bir at gibi koşuyor, herkes. İnsan içinden geçen cümleyi ayırıp birleştiriyor, dağıtıyor, parçalıyor. Ama hemen sonra o cümlenin altında kalıyor. Dağından kopup bir evin enkazının altında kalan bir taş gibi. Eskiden ağaçken şimdi yıkılmış bir pencerenin pervazı gibi. Yeniden düşünüyorum ve diyorum; İnsan içindeki sesin içinde kaybolabiliyor.
Sesini unutan bir insanı düşünüyorum. Duymayı unutan bir insanı da beraberinde düşünüyorum. Sessizlik her şeyin sesinin olduğunu söylüyor. Bunu düşünüyorum: Eşyanın ve eşyanın tabiatının sesi. Manzaranın ve manzaranın içindekinin sesi. Özlemenin ve özlediğinin kendi sesi. Masanın, duvarın, kapının, boş bırakılmış bir sandalyenin sesi. Bir sahilde kimsenin oturmadığı bir bankın sesi. Sahipsiz bir dil, bugün bizi anlatabilir, hiç kimseye.
Kalabalık. Kal ve balık; denizi eksik. Vazgeçiyorum, denizli bir cümlenin söyleteceklerinden. Bugünlerde herkes gamlı bir baykuş gibi, geçmişine gömülmüş, kalmış. Bunu düşünmek iyi geliyor. İnsan geçmişini hatırlıyorsa geleceğini de hayal edebiliyor. Bu umuda bir öfke, biraz da çaba lazım.
Kaybettiklerimiz yerine vazgeçtiklerimizi düşünelim. Bu bir zaferin görünmeyen bayrağıdır. Çok üzülmüş bir umut, artık yara almaktan yorulmuş bir umutlanmak. Bunu da böylesi günlerde haykırmak. Evet, çok lazım, muhatabını bulamayan her cümleyi bir düello gibi bağırmak lazım. Sonra bulup bağışlamak da lazım.
Hileli zarlar atılıyor yerkürede, hepimizi harcayabilecek bir kumar. Sırf gösteriş, uzun ömür ve bıkmaması gereken sağlık. Her şey başkaları için. Başkaları için her şey. Başkaları için herkes. Feda ve kurban arasında bir salıncakta, bir oraya, bir buraya savruluyoruz. Bu gerçeği yalnız kaldığımızda kendimize fısıldıyoruz. Sonra ehlileşmekte, böyle bir yaşama elverişli bir evcilleşmenin kıyısında kendimizi buluyoruz.
Mahcup olmaktansa ölmeyi göze alanları okumuştum ve hatta dinlemiştim bir vakit. İnsan duyduklarından da sessizleşebiliyor bazı günler. Çünkü bazı günlerin benzediği başka günler var. Hayat her zaman bir adım atma yeri, hareket etme mecburiyeti. Hatırlama ve benzetme dalgınlığı. Bu hayata çok isim, çok lakap bulunur.
Bizden devşirdikleri var. En çok öfke ona. Bizden aldıkları var. Bizim unutamadığımız hayallerimiz onlardan. Buruşturdukları kaldı. Çirkef zalimler yalnız kalıyor artık. Aslında baş başa kalıyoruz. Aldıkları ve alanları bir yerde, alınan ve alınanların yakınları başka bir yerde. Yani herkes yaptıklarının hak ettiği ayrı yerlerde. Bu bir tesadüf değil, bir teşebbüs.
Kaybedecek çok şey, bizim sandığımız hiçbir şey yokmuş. Bir yokluğa yeni bir cümle düşünüyorum. Vazgeçtiğimiz hiçbir şey yokmuş. Yokmuş vazgeçtiğimiz hiçbir şey. Yeni baştan yazsam, tekrar düşünsem, yine aynı sınırlarda dolaşmanın masalına varıyorum.
Kendimize uğramayı unuttuğumuz yılları arkamızda bıraktık. Artık hatırlamak ve yeniden yaşamak zamanı. Öğrendik bir yerlerden; hatırladıklarını yeniden yaşamak bir insan hakkı. Peşinden gidelim, kovalayalım da hatta. Aslında kendimize yetişecek bir cümleyi yazma zamanı. Mekân çevremizde, yaşamak içimizde, yaşatmakla beraber.
Haftanın kitap önerisi: Ayhan Geçgin, Uzun Yürüyüş / Metis Yayınları