Şaka gibi geliyor böyle yazınca ama hakikaten durum böyle oldu son zamanlarda.
2021’de Gazete Karınca’da yayınlanan ve şu anda Gazete Karınca’nın harika teknik sistemi sayesinde linki bulunamayan ‘Gezi ve Kürtler: Bir tanıklık’ başlıklı yazımda, “Kürtlerin Gezi Direnişi’ne katılmadıkları” eleştirilerini tartışırken şöyle demiştim: “Bu iddianın sahipleri Kürtlerin Gezi’ye ‘ne olarak’ gelmelerini isterlerdi? İyice anlaşılsın diye daha açık soralım: Kürtler, öyle rasgele bir insan topluluğu filan değil. Renkleri var, örgütleri ve ideolojileri, kendi deyimleriyle ‘paradigmaları’ var; siz beğenin ya da beğenmeyin kendilerine önder bildikleri bir insan var… Var ki var! Peki, nasıl gelmeliydi Kürtler? Bütün bunlardan vazgeçerek, bütün bildiklerini unutarak mı? Ne lazım size? Asker mi? Çok net soru: Kürtler gelsinler, kalabalık yaparak iktidarı ürkütsünler, sonra da iş bitince çekilip evlerine mi gitsinler? Örneğin o kadar insanla geldikleri bir alanın perspektifleri ve yönelimi, hedefleri üzerine bir fikirleri olmasın, varsa da kendilerine saklasınlar. Öyle mi? Bu mudur?”
Ve sonra sormuştum: “Denilebilir ki, Kürtler ya da başkaları, Gezi eyleminin ruhuna kendilerini adapte etsinler, kendi özgün amaçları ile eylemin amaçlarını uyumlu kılsınlar. Tamam, olabilir. Doğrusu ve olması gereken de bu zaten. Şu anda Gezi olsa bunun üzerinde tartışılabilir örneğin, tartışılmalı. Ama daha önce bu düzeyde bir toplumsal hareket yaşanmamışken ve ortak iş yapma gelenekleri neredeyse sıfır noktasındayken, her yere kendi dertlerini taşıma alışkanlığına (ve mecburiyetine) sahip olan Kürtlerden bu kıvraklığı ve esnekliği beklemek mümkün müdür? Mümkün müydü? Çok daha sık olarak bir araya gelip ortak iş yapmış olan sol yapılar bu adaptasyon işini becerebildiler mi örneğin?
Sonuç olarak temel ve can acıtıcı soru ortada duruyor: Kürtlerin, örgütlü bir güç olarak Gezi’ye gerçekten tam boy katılmasını istiyor muydunuz? İster miydiniz?”
Aynı yazıdaki bir başka soru da şuydu: “Kürtlerin Taksim’i sarı kırmızı yeşil doldurduğu koşullarda, metrekareye seksen Kürt düşerken, bu tezin, bu iddianın sahipleri ne düşünürlerdi? Alanın yalnızca bir köşesini kapladıkları koşullarda bile “çevreye verdikleri rahatsızlık” (!) düşünülürse, bu, söz konusu iddianın sahipleri için hoş bir durum olur muydu?”
Bu sorular hâlâ yanıtsız duruyor bana kalırsa. Ama şimdi, benzeri sorular siyaset ve seçim sahnesinde yeniden çerçeveye ekleniyor. Millet İttifakı’nın Cumhurbaşkanı adayı, iddiasının gereği olarak HDP ile görüşeceğini söylerken, beri taraftan birileri “görüşsün ama eve getirmesin” diyebiliyor, pabuçları kirli birini eve sokmak istemeyen bir tavırla. Bir başkası ise -bugüne kadar HDP’nin böyle bir talebi olmadığı halde- “bakanlık filan vermeyiz” diye bir yerlere mesaj gönderiyor; sanırsın ki memlekette şimdiye kadar bakan olanlar atomu parçalayıp dağları düzlemişler!
HDP ne yapıyor peki? Basit. Bizim genel merkez binamızın yeri belli, gelen olursa çayımızı içer, derdini anlatır, derdimizi anlatırız diyor özetle. Bir buçuk yıl önce de zaten derdini 11 maddede özetlemiş parti: Güçlü demokrasi, tarafsız ve bağımsız yargı, kayyım rejimi değil halk iradesi, Kürt sorununda demokratik çözüm, barışçı dış politika, kadına özgürlük ve eşitlik, ekonomide adalet, kamu yönetiminde liyakat, doğaya saygı, gençler için özgür yaşam ve demokratik anayasa… Bu kadar. Bana sorsanız pek fazla reformist derim ama genel olarak bakıldığında, bu kadarını kabul etmeyeni de Allah çarpar yani! Daha ne kadar esnesinler?
Ama kafalar, hâlâ aynı ve aynı noktada duruyor.
Şöyle çalışan bir zihinden söz ediyoruz: Madde bir, Kürtler var! (Gözyaşları içinde avuçlarımız patlayana kadar alkışlıyoruz bu maddeyi!) Ancak, diyor aynı zihin, hemen ardından gelen ikinci maddede, Kürtler, an itibarıyla, doğadaki saf halleriyle önümüzde bulunmuyorlar. Bazı işlemlere tabi tutarak onları ayrıştırmak, otantik haliyle o eski ve ‘saf’ Kürdü ortaya çıkarmak gerekir. Çıkarılmalı ki, yeniden, o eski güzel günlerde olduğu gibi yalan ve katliamlarla yönetilebilsinler.
Metaforları filan boş verip daha dümdüz söyleyelim: Diyorlar ki, Kürtler sandığa gelsin, pusulaya mührü vurup evlerine gitsinler ama tek tek bireyler olarak yapsınlar bunu. Örgütleri olmasın, olan örgütleri de kimse takmasın. Renklerini, partilerini, örgütlerini, ideolojilerini, ‘paradigmalarını’, kendilerine önder bildikleri kişi ve kurumlarını kapının önünde bıraksınlar, gömleklerini çıkarıp, pabuçlarını paspasa iyice silip buyursunlar gelsinler!
Bu mudur?
Yani, misal, bir armut üreticisinin oyunu isterken, o kişinin armut fiyatlarının yüksek tutulması, mazot ve gübrenin ucuza verilmesi gibi taleplerini dinliyorsunuz ama milyonlarca insana ‘tatava etme bas geç’ diyorsunuz, öyle mi? Basıp geçmezse de siz onların alnına ‘işbirlikçi’ mührünü basacaksınız. Bu kadar basit mi?
İyi. Meraklısı varsa denesin, görsün.
Kürtler kırmızıyı sever ama kırmızı halıyı değil. Öyle bir talepleri de yok. Her şey çok basit. Büklüm Sokak Ankara’nın en bilinen yerlerindendir. Kime sorsanız gösterir.