Bir kıyamet yaşadık. Halen yaşıyoruz. Ortasındayız hala bu kıyametin. Yüz binlerce insan her şeyini kaybetti. Her şeyini kaybetti cümlesi öylesine söylenmiş bir cümle değil. İnsanlar sözün gerçek anlamıyla en dehşet verici şekilde her şeylerini kaybettiler. Analarını, babalarını, çocuklarını, kardeşlerini, arkadaşlarını, yoldaşlarını, komşularını kaybederek çıktılar dehşet verici yıkıntıların arasından. O yıkıntıların arasından böylesi her şeyini kaybederek çıkmak ve bu kayıplara rağmen yaşamı sürdürüyor olmak bir insanın öyle kolay taşıyabileceği bir yük değil. Kendisinin sağ çıktığı yıkıntılar arasında çocuğunun kendisini kurtarmasını isteyen, çığlıklarını dinleye dinleye onun ölüme gidişini saniye saniye göre dinleye beklemek. O iş makinelerinin acıması ve duygusu olmayan kepçelerinin sevdiği insanın bedeninin yattığı yere dalmasını görmek. O yıkıntıların, o yıkımın, o dehşetin arasından bütün sevdiklerini kaybetmiş olarak çıkıp hayata devam etmenin insanın sırtına yüklediğinden daha ağır bir yük var mı bu hayatta? Yaşadığından pişmanlık duya duya, yaşadığına utana utana, ölümü dileye dileye yaşamı sürdürmek kolay mı? Sevdiklerini kendisinden koparıp alan felaketin, aslında bir felaket olmama ihtimali olduğunu; bu felaket yaşanmadan önce alınacak önlemlerin, felaket yaşandıktan sonra doğru ve zamanında yapılacak müdahalenin tüm kaybettiklerini yaşamda tutma ihtimali olduğunu bile bile, her gün bu gerçekle yüz yüze gele gele hayatını sürdürmek insanın aklına nasıl bir ağrı yüklüyor. Yaptığı yardımın arsızca reklamını yapanların elinden içmek zorunda kaldığı bir tas çorbanın onurunda yarattığı depremin çaresizliğinde ertesi gün yine o çorbayı almaya gitmek hele de.
Sevdiklerini kaybetmeden o yıkıntıların arasından çıkanlar da her şeylerini kaybetmediler mi aslında? Bir ömür boyu çalışıp bankaların tefeci faizlerini ödeyerek sahip olduğu evini, hala taksitlerini ödediği eşyalarını; artık olmayan eşyalarını ödemek için köle gibi çalıştıkları işlerini kaybetmediler mi? Şimdi hayata nasıl tutunacaklar, üzerlerine yığılmış bir çadırın içerisinde işsiz, aşsız, onur kırıcı yardımlara muhtaç. Onur kırmayan, yukarıdan bakmayan, lütfetmeyen, kibre bulaşmamış tüm dayanışmalara el koyarak, insanları devlet kibrinin terazisine çıkarıp onurunu tartarak, sadaka dilenir hale getirerek, devletin himmetine muhtaç kılarak yaşamak zorunda bırakmak zulümlerin en büyüğü değil mi? Bu felaketin içinde insan kalabilmenin ve hayatı sürdürecek anlam bulabilmenin tek yanı belki de insanların yarattıkları dayanışma ağlarıydı. Depremin ilk günlerinde insanları kaderiyle baş başa bırakan muktedirin otoriteyi sağlar sağlamaz ilk yaptığı iş, dayanışmalara el koymak, dayanışmanın sağladığı olanakları devletin lütfuna ve sadakasına çevirmek olmadı mı? Buna ciddi bir itiraz geliştirebildik mi?
Sanıyordum ki bu kıyametten sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Olmamalı. Eskisi gibi olması imkânsız. Ama her şeyin eskisi gibi olacağının emareleri belirmeye başladı çoktan. İnsanlar, devlet artık sahada diye dayanışmayı azaltmaya, gönüllüler sahadan çekilmeye başladı. O koca dayanışma, vicdan sızısının dindirildiği bir süreliğine yapılan sosyal sorumluluk projelerine dönme riskiyle karşı karşıya. Oysa o yıkıntılardan, o felaketten sağ çıkıp yaşamak zorunda kalanlar için asıl şimdi dayanışma çok hayati önemde. Onları muktedirin lütfunun ve sadakasının onur kırıcı merhametine terk etmek onlara yapılacak en büyük kötülük. Orda durmak, onların yanında, çadırlarının içinde, kapılarının, yıkıntılarının önünde onlarla omuz omuza durmak. Bir daha bir soykırım şiddetindeki böylesi bir felaketi tertipleyen eski rant düzenine izin vermeyeceğimizi yüksek sesle birbirimize söylemek, bunun karşısında dayanışmak, örgütlenmek, hesap sormak gerekiyor. Yoksa bir süre sonra hepimizin vicdan sızısı dinecek ve bir dahaki felaketin dayanışmasında buluşmak üzere evlerimizin, yaşamlarımızın unutturan konforuna geri döneceğiz. Bakınız muhalefetin kendisine bağlanan bütün umutları dibe çeken içler acısı haline. Bakınız depremden çıkmış, pek çok insanını kaybetmiş bir kentin futbol takımı olan Amedspor’un bu kıyamet esnasında bile örgütlü ve planlı ırkçı bir linçe maruz bırakılmasının ihmal edilmemesine, bu linçe seyirci kalınmasına ve güçlü bir tepki gösterilmemesine. Bunların hepsi eski Türkiye.