Cumhuriyet tarihinin en yüksek ölümlü depremi, en şiddetli üçüncü depremini yaşadık. Aslında bakarsanız iktidar cenahının yıkımı “Asrın Felaketi” olarak adlandırmasının birtakım istatistiksel ve deprembilimsel gerekçeleri var. Ama gelin görün ki milyonlarca insan yerin altından çok yerin üstünde olan bitene odaklandı. Felaketi asıl yaratan şeyin yerin üstünde, toplumun iç çelişkilerinden kaynaklandığı gün gibi ortadaydı. Bu toplumun iç çelişkilerinin bir ürünü olarak şekillenmiş olan neoliberal devletin yetersizliği de milyonlarca insanın temel tartışma konusuydu. “Devlet nerede?” sorusu AKP’li MHP’li yıllarda iyice çıplak bir şiddet aygıtına dönüşmüş olan devlet aygıtının artık birçok sorumluluktan sıyrılmasıyla yüzleşilmesinden kaynaklanıyordu.
Kimse depremin şiddetinin iktidara haklı gerekçeler sunacağını düşünmüyordu. Hemen herkes yoksulluk, adaletsiz vergi sistemi, ranta dayalı kentleşme, yetersiz sağlık sistemi, Kızılay, AFAD gibi konuları tartışıyor. Evet deprem bilimi geri planda kalıyor, toplumbilim ön plana çıkıyor. Mütevazi olmaya gerek yok, deprem konusundaki bu bilimsel zafer toplumcu güçlerin zaferidir. Komünistler ve halkçı siyasal özneler geçici olması çok muhtemel olan bir ideolojik inisiyatif kazanmışlardır. Deprem halk nezdinde bin tane devlet sosyolojisine bedel bir kavrayış enerjisi çıkarmıştır. Çok acı olaylarla bezeli bu dersler komünistlere ve halkçı güçlere genişleme olanakları sunuyor.
Komünist hareketin itibarı yükselirken
Hem bu durumu hem de depremle birlikte açığa çıkan komünistler öncülüğündeki dayanışma/yara sarma inisiyatifini göz önüne alırsak, rahatça söyleyebiliriz ki komünistlerin ve genişletirsek de halkçı güçlerin itibarının depremle birlikte arttığını hep birlikte deneyimliyoruz. Komünist hareket ve halkçı güçler itibar kazanmıştır, kazanmaya da devam ediyor.
Depremin en çok etkilediği Hatay’da mahalle mahalle örülen dayanışma, arama kurtarma ve yara sarma faaliyetleri, devlet güçlerinin bölgeyi yok sayan ve zaten neoliberal sınırları yüzünden de müdahale edemeyen politikaları/politikasızlıkları karşısında bir iktidar alanı oluşturmuştur. Devlet güçleri son derece gayrı meşru bir konuma düşmeyi göze alarak şimdi inisiyatif alma çabasındadır. Sevgi Parkı’nda gerçekleştirilen tahliye operasyonunun ardından gözünü diğer koordinasyon noktalarına diken devletin niyeti iyice belirginleşiyor. Afeti bir siyasal dizayn aracı olarak kullanmak ve bölgeyi sterilize etmek istiyorlar.
Öte yandan tribünlere yansıyan (toplum bir istatistiki evrense, tribünler o evreni temsil eden bir örneklem olarak alınabilir herhalde) hoşnutsuzluk da aynı önlemlerle bastırılmak isteniyor. Attıkları dikişler bir yerden tutsa bile diğer yerlerden patlıyor. Bu tablo seçimlere kadar nasıl sürdürülebilecek göreceğiz.
Restorasyon ve sol
Ne var ki tek gündemimiz deprem değil. Meral Akşener’in 3 Mart’taki çıkışı, restorasyon hedefine odaklanan Altılı Masa’nın bir bileşen kaybetmesine yol açtı. İlk eldeki verilere bakarsak (birçok gelişme olacak ve tablo değişecektir) Akşener bu çıkışıyla bir inisiyatif kazanmayı beklerken tersi bir durumla karşı karşıya kalmıştır. Biz Akşener diyoruz ama salt İYİ Parti ile sınırlı olmayan, Özdağgiller ve bu ikisi arasında gidip gelen politik figürleri, sosyal medya trollerini ve onların uzantılarını içeren Türkçü cephe olarak anlayın bunu.
Kemal Kılıçdaroğlu, İmamoğlu ve Yavaş’ın biatiyle birlikte inisiyatif kazanmış olarak buldu kendisini. Akşener’in çıkışının sıradan bir insanın yaşadığı duygu kırılması ya da siyasi bir blöf olduğuna inanacak kadar saf değilsek, masada stratejik olarak bir yol ayrımının belirdiği anlaşılıyor. Masa dediğimiz şeyin arkasında da birtakım devlet fraksiyonlarının aklının olduğunu tekrar hatırlamamız gerekiyor. Öyleyse ittifak halindeki bu fraksiyonlarda bir yol ayrımı görülüyor.
Kılıçdaroğlu’nun masada daha rahat hareket edebilecek olması sosyalist sol ve halk güçleri içerisinde kimi zaaflara göz kırparak onları belirleyici hale getirme çabasında. Bu sefer solun içerisinde konumlanmış hem ulusalcı eğilimi hem de liberal eğilimi aynı anda içerme tehlikesi baş göstermiştir. Bir siyasal özne olarak Kılıçdaroğlu’nun kim olduğu ve ne yapmak istediğini uzun uzun anlatmaya gerek yoktur herhalde. Her kritik anda gösterdiği devletçi refleksten tutun sermaye birikimi konusunda ortaya koyduğu vizyon belgesine kadar niyeti bellidir, açıktır, nettir. Bir yönelim değişikliğinde olsa o koltukta oturamayacağını da herkes bilir.
Öte yandan Kılıçdaroğlu’nun olası adaylığının sandık tavrıyla desteklenmesi ayrı bir olaydır, burjuva klikler içerisinde faşist iktidarı geriletmek için bu sandık tavrı gösterilebilir. Ama Kılıçdaroğlu’nun açtığı cepheye göz kırpmak, solun tam da itibar kazanmakta olduğu ve deprem dolayısıyla halk inisiyatifinin gelişmekte olduğu bu dönemde sonuçları çok ağır olacak bir siyasi intihardır.
Emek ve Özgürlük İttifakı olsun, Sosyalist Güç Birliği olsun, komünistlerin içerisinde bulundukları ittifakların yükselişte olacakları bir dönemdeyiz. Bu ittifakların ve bağımsız halkçı çizginin terk edilmesi depremin kendisi kadar yıkıcı olacaktır.