Fransa’nın 1968’i hakkında çok şey söylenir ama isyanın nasıl başladığı pek ender hatırlanır. Paris’in kenar mahallesi sayılabilecek bir muhitte, Nanterre adlı üniversitede kız öğrencilerin erkek yurduna giriş hakkı için yapılan basit bir eylemle başlamıştı her şey. O sırada İtalya’da öğrenci hareketleri çoktan yayılmış, Vietnam Savaşı ABD kamuoyunu ayağa kaldırmış, Ortadoğu ve Asya içten içe kaynamışken, Fransa’da öğrenciler karşı cinsle birlikte olmanın derdine düşmüştü kısacası!
Le Monde gazetesinin başyazarı da bu gösteriye istinaden “Fransa sıkılıyor” mealinde bir yazı kaleme almıştı, Mayıs’tan birkaç hafta öncesinde. Tam da anlam veremediği bu çelişkiye değiniyordu; dünya yanarken Fransa saçını tarıyordu, demek ki gençler sıkıntıdan patlıyordu, olacak şey mi!
İşte o sıkıntı, kısa sürede tarihin en büyük isyan ateşlerinden birini fitilleyecekti, bilindiği gibi. Yurt eylemi üniversite işgaline, öğrenci işgali işçi grevlerine dönüşecek, iktidarın bu eylemleri sert bir şekilde bastırmaya çalışması üzerine kenar mahalledeki ‘kamp ateşi’ Paris’in merkezine sıçrayıp direnişin yangınını başlatacaktı. Kimbilir o dönemin sloganlarından biri belki şöyle bir şeydi de, kayda geçmemişti: “Mesele kız-erkek meselesi değil, sen hâlâ anlamadın mı?”
Sıkıntı, içinde güçlü bir potansiyeli taşır. Yağmur toplayan bulutlara bakıp “havada sıkıntı var” lafı, fırtınanın habercisi olur çoğu zaman. ‘Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı’ adlı o güzel kitabın yazarı, bir sene önce aramızdan ayrılan Robert M. Pirsig, şu sözünde ne kadar haklı: “Can sıkıntısının ardından müthiş bir yaratıcılık dönemi gelir hep.”
Gezi İsyanı, ağaçlarla başladı ama onunla bitmedi, bitemezdi de. Çünkü sıkıntı çok daha büyüktü. 2013 başlarına gidelim ve Gezi öncesi günleri şöyle bir hatırlayalım: Beyoğlu’nun kocaman bir AVM’ye dönüşmesini, 1 Mayıs’ta kuş uçurulmamasını, Taksim civarında üç beş kişiyi bir arada görünce “yasah!” deyip saldıran polisleri, her küçük eyleme gaza boğulmasını, Cumartesi Anneleri’nin Galatasaray Meydanı’ndan kovalanmasını, Tarlabaşı’nın yok edilmesini, Emek Sineması’na inen ilk kepçeyi izledikçe içimize nasıl bir sıkıntının çöktüğünü hatırlayalım. Üstüne bir de habire “Topçu Kışlası, Barok opera, ne yaparsanız yapın yıkacağız” diye diye sinir uçlarımızla oynayan bir figür ekleyin. Sıkıntıyı patlama noktasına getiren, işte o ortamı yaratan ‘lobiler’di, başka bir şey değil.
Aynı ‘lobiler’ bugün çok daha arsız, çok daha gaddar, çok daha gözükara… Sıkıntı da o derece büyüyor, haliyle. Kazdıkları kuyu derinleşiyor. John Locke’un asırlar önce adını koyduğu, bugün anamızdan emdiğimiz süt kadar helal olan ‘isyan hakkı’mız saklı duruyor.
Gezi 5 yaşında, 1968 50, Paris Komünü neredeyse 150. İsyanlar yıl alıyor, ama ruhları her daim genç kalıyor. Gencecik gazetemiz Yeni Yaşam’la, isyan hakkını geri alacağımız günler için: Merhaba!