Günümüz Türkiye’sinin somut koşullarında ‘barış’ ve ‘demokrasi’ mücadelesi birbiriyle çelişmez tam tersine birbirini besler. Gezi ve Kobanê bir madalyonun iki yüzü gibidir…
Bülent Parmaksız*
Haziran direnişinin kök nedeni Gezi Parkı isyanı ile IŞİD’in ilerleyişini ilk kez durduran Kobanê şehri birer simge isim olarak madalyonun iki yüzü gibidir. Biri dar anlamda bir parkın savunulması, diğeri ise bir şehrin savunulmasıdır. Biri kent talanına karşı, diğeri ise tarih dışı bir örgüt olan IŞİD barbarlığına karşı bir savunmadır. Geniş anlamda ise Gezi Direnişi hayat tarzına müdahaleye karşı kendi benliğini/var oluşunu, artan baskılara karşı özgürlük alanlarını, kent talanına karşı şehrin tarihsel kimliğini/dokusunu, betona ve AVM’lere karşı yeşili/doğayı, gericiliğe karşı modernleşmenin ve aydınlanmanın tarihsel birikimini, artan yoksulluk ve işsizliğe karşı “orta” ve “alt” sınıfların eşitlik ve adaleti savunma mücadelesidir. Tarihin kötü bir tekrarı olacak Topçu Kışlası’na ve o taklit hali bir de bayağılaştıracak AVM’ye dönüştürülmek istenen Gezi Parkı’nı savunma amacıyla başlayan direniş giderek geniş anlamda tarihsel bir kimliğin savunulmasına ve kısmen de olsa sınıf tepkisine dönüşmüştür. IŞİD tarafından işgal edilmek istenen Kobanê şehir savunması da dar anlamda bir kent savunmasının sınırlarını aşmış, tarih dışı olana karşı yeni bir yaşamın ve barbarlığa karşı özgürlüğün, tecavüze uğrama ve köle gibi alınıp satılma riskine karşı kadınların direnişine, IŞİD gericiliği ve barbarlığının Irak’tan başlayıp Suriye’ye ve oradan tüm Ortadoğu’ya yayılma stratejisine karşı ilk kez bir barajın inşa edildiği bir mücadeleye dönüşmüştür. Gezi ve Kobanê görüntüde biri “içeride” diğeri de “dışarıda” iki ayrı mekândır. Ve her ikisi de mekânın, o mekâna içerilmiş, o mekânda yaşanmakta olan yaşayış biçimlerinin savunulması mücadelesidir.
Kobanê savunması
Gezi Direnişi 2013 yılını Mayıs-Haziran aylarında; Kobanê kent savunması ise 2014 yılında kuşatmanın başladığı 15 Eylül ile kuşatmanın yarıldığı Ocak 2015 arasında yaşandı. Kobanê kuşatması sürerken 80’e yakın ülke, 11 Eylül 2014’te “IŞİD Karşıtı Uluslararası Koalisyonu” kurdu. Çünkü bütün dünya kamuoyu daha öncesinde IŞİD’in Şengal’de Ezidiler’e Tuz Hurmatu ve Telafer’de Türkmenlere; Kakailer, Keldaniler Süryaniler, Ermeniler ve Sünni olmayan diğer mezheplere karşı nasıl vahşice davrandığını görmüştü. Türkiye de göstermelik bile olsa bu koalisyona katıldı. Kobanê’deki IŞİD kuşatması derinleşince uluslararası destek arttı. Bu destek Türkiye sınırlarının Kobani’den göç etmek zorunda kalan halka açılması, gıda yardımlarının ulaştırılması ve peşmergelerin geçişine izin verilmesi talepleriyle giderek büyüdü. 26 Eylül’de başlayan destek gösterileri, IŞİD kuşatması derinleştikçe yaygınlığını giderek arttırdı ve 6-8 Ekim günlerinde güvenlik güçlerinin müdahalesiyle sert çatışmalara dönüştü. Kamuoyunda “6-8 Ekim Kobanê olayları” diye bilinen süreç böyle bir arka plana sahiptir. IŞİD kuşatmasına karşı Kobanêli Kürtlerin kendilerini savunduğu kent savunması ile Kobanê’ye destek için yapılan eylemler iki farklı kategori olarak birbirinden ayrılamaz. Aralarında neden-sonuç ilişkisi vardır. Bu destekler bir yandan uluslararası bir yandan da bizzat Türkiye sınırları içinden verilmiştir. Verilen desteklerdeki amaç bellidir. Kobanê’deki IŞİD saldırılarını durdurmak, işgali önlemek ve bölgeye uygulanan ambargoyu kaldırmaktır. Başkaca bir hedefi yoktur.
Gezi ve Kobanê ilişkisi
Gezi Parkı’nı kışla ve AVM’ye dönüştürme projesine karşı gösterilen direniş bir süre sonra geniş bir toplumsal kesimin birikmiş sorunlarını da dile getirdiği bir direniş platformuna dönüştü. Gezi’nin bu düzeyde yaygın ve derin bir direniş eylemi haline gelebilmesinin en büyük nedenlerinden biri de o dönemde yaşanan “çözüm/barış süreci”dir. Onlarca yıldan beri bir türlü çözülemeyen “Kürt meselesi”nden kaynaklı olarak devam eden savaş o süreçte yerini “çözüm” arayışlarına bırakmıştı. 1984’ten beri devam eden yoğun savaşın yarattığı baskı ortamı ve şovenizme dönüşen Türk milliyetçiliğinin etkisi hayatın her alanını kalın bir örtüyle örtmüştü. Türk(iye) toplumunun önemli bir kesimi çok derin bir biçimde şovenist milliyetçiliğin etkisi altındaydı. Bütün o yıllar boyunca kitlelerin duygularını istismar eden egemen sınıflar milliyetçiliği kullanarak, var olan ekonomik ve siyasi sorunların ve sınıfsal adaletsizliklerin üzerini örttü ve sanki sınıfsız-imtiyazsız tek bir insan topluluğuymuşuz gibi ortak bir “yanlış bilinç” üretti. Hem dini duyguların hem de milliyetçiliğin etkisi altındaki emekçi sınıflar kendi gündemlerinden koptu. Egemen sınıflar “Türk-İslam sentezi” üzerinden emekçi sınıfları kendi çevrelerinde konumlandırmayı ve onların “rızalarını” almayı başardı. Toplumsal rızanın sağlanamadığı koşullarda ise baskı aygıtlarını en şiddetli biçimde kullandılar. Bundan dolayı bu arka plan düşünüldüğünde 2013 yılı Newroz’unda başlayan çözüm sürecinin ne kadar da kritik bir eşik olduğu anlaşılabilir. Uzun yılların ardından Türkiye’de ilk kez savaş atmosferinden çıkılması hem devlet baskısını kısmen hafifletti hem de kitleler kendi sorunları etrafında örgütlenmeye ve düşünmeye başladılar. Kuşkusuz Gezi direnişinin nedenleri kendine özgüdür; yılların birikmiş sorunlarına bir tepki hareketidir ve esas gücünü de kendi iç dinamiklerinden almıştır ama çözüm sürecinin sağladığı “yumuşama ortamı”nın Türkiye’deki toplumsal muhalefetin kendini daha rahat biçimde ifade edebilmesinin koşullarını yarattığı da bir gerçekliktir. Şayet çözüm süreci olmasaydı Gezi direnişi bu düzeyde derinleşebilir, yaygınlaşabilir ve günlerce sürecek şekilde devamlılığını sağlayabilir miydi bu tartışılabilir. Muhtemelen çatışma ortamı devam etseydi Gezi bu yaygınlıkta ve zaman aralığına yayılacak şekilde sürdürülemezdi.
İntikam davaları
Egemen düzen Gezi direnişini ve Kobanê’de yaşanabilecek IŞİD vahşetine karşı geliştirilen kent savunmasına Kürtler başta olmak üzere Türkiye kamuoyunun içeriden verdiği destek eylemlerini, hukuki anlamda cezalandırmak istiyor. Bundan dolayı hem Gezi hem de Kobanê olaylarını gerekçe göstererek geniş tutuklamalar yaptı. “Yargılamalar” hâlâ devam ediyor.
Gezi ve Kobanê hukuk davaları simgesel öneme sahip davalardır ve içerdikleri anlamlar derindir. Sınırlı sayıda insan tutuklu olarak yargılanıyor ama gerçekte milyonlarca insanın toplumsal talepleri ve yapıp ettikleri cezalandırılmak isteniyor. Her iki dava da tamamı ile siyasidir; iktidarın siyasi hesapları nedeniyle ceza davasının konusu haline getirilmiştir. Her iki davaya konu olan toplumsal olaylara; belirli hedeflere ulaşmak üzere milyonlarca insan katılmıştır. 1960 ve 1980 arası hariç, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi dahil son 300 yıl içinde bu denli yaygın olarak ve iktidarın herhangi bir kanadına yaslanmaksızın kitleler ilk kez sokağa çıkmıştır. Gezi’nin böyle tarihsel bir anlamı da vardır. Bundan dolayı yaygın toplumsal olaylar ve talepler ceza davasının konusu olamaz, olmamalıdır. Çünkü siyasal ve toplumsal nedenlerle ortaya çıkan sorunların çözüm yeri de siyasal alandır. Fakat mevcut “Saray” rejimi milyonlarca insanın taleplerini görmezden geldiği gibi onları olabildiğince cezalandırmak istiyor, bu cezalandırmayı bir yanıyla milyonların gözünde ideolojik olarak bir yanıyla da ceza davası haline getirerek yapmak istiyor. Hem Gezi’yi hem de Kobanê’yi kitlelerin bilincinde mahkûm etmek için demagojik bir söylem üretiyor, yalanlar uyduruyor. Gezi direnişine katılanları “Camileri yaktılar, orada içki içtiler, Kabataş’ta çocuklu bir anneye saldırdılar” diyerek; Kobanê kent savunmasını destekleyenleri ise “memleketi bölmek istiyorlar” demagojisiyle siyaseten mahkûm etmek istiyor. Tabi ki bununla da yetinmiyorlar hem Gezi hem de Kobanê destekçilerinden sınırlı sayıda insanı ağır cezalara mahkûm etmek için ceza davaları açıyorlar. Amaç belli: o davalar üzerinden toplumu terörize etmek, muhalefeti susturmak, her söyleneni olduğu gibi kabullenen insan tipi yaratmak…
Toplumsal eylemler
Kitlelerin siyasal taleplerle sokağa çıktığı Gezi ve Kobanê eylemleri siyasal ve toplumsal eylemlerdir, talepleri haklı ve meşrudur. Sokağa çıkan bu kitleleri şematize ederek tariflersek şunlar söylenebilir. Gezi ağırlıklı olarak birçok farklı siyasal eğilime sahip Türkiye’nin batısındaki kitleleri; Kobanê’deki kent savunmasına içeriden verilen destek eylemleri ise Türkiye’nin doğusundaki Kürt kitlelerini harekete geçirmiştir. Her iki coğrafyadaki toplumsal kesimlerin siyasal talepleri farklı olmakla birlikte birbirini bütünleyen; birbirinden koparılması imkânsız taleplerdir. IŞİD barbarlığının durdurulması bütün Ortadoğu başta olmak üzere Türkiye’nin her bölgesindeki insanları ilgilendiriyor.
IŞİD ilk etapta Irak ve Suriye’de etkinlik kurmuştu ama başkenti İstanbul olan ve bir vilayeti olarak tanımladığı Türkiye’yi de kapsayacak şekilde geniş bir coğrafyada İslam Devleti kurmayı hedefliyordu. Bu amaca ulaşmak isterken ne tür yöntemler kullandığı ve işgal ettiği bölgelerde nasıl bir yaşam kurduğu ise Irak ve Suriye’de görüldü. Sünni Müslümanlar dışındaki her dini ve mezhebi düşman olarak gördüğünü, kendisine biat etmeyen her bireyi alınıp satılabilir birer köle haline getirdiğini, tüm özgürlük alanlarını kısıtladığını, kadınları eve kapattığını ve insanların kafasını kestiğini yaşayarak gördük. IŞİD tarih dışı, anti-hümanist, insanlığın bütün birikimlerine düşman vahşi bir harekettir dolayısıyla IŞID’e karşı çıkmak ve onun siyasal çizgisini reddetmek hayati bir gerekliliktir. Bundan dolayı Kobanê’nin IŞİD tarafından kuşatılmasına karşı çıkmak bölge halkını desteklemek, bölgeye yardım gönderilmesini talep etmek meşru bir haktır. İşgal girişiminin başarısızlıkla sonuçlanması IŞİD’in yayılmasının engellenmesi Gezi kitlesinin de çıkarınadır. Gezi kitlesi hiçbir şekilde IŞİD’e yakınlık duymaz, onun çizgisine kültürüne ve dünya görüşüne tamamı ile karşıdır. IŞİD ise Gezi kitlesini düşman olarak görür ve fırsatını bulduğu ilk anda da o kitlenin yaşam hakkını sonlandırmak ister
IŞİD bugün etki gücü giderek azalmakla birlikte Türkiye’de de örgütlü ve onun nasıl bir örgüt olduğu yakın zamanda Irak ve Suriye’de görüldü. Aslında selefi örgütlerin neler yapabileceklerini kısa bir süre öncesinde Kürt illerinde yaşayarak görmüştük zaten. Dolayısıyla Kobanê’de IŞİD’in mağlup edilmesi siyaseten Gezi kitlesinin de yararına olmuştur. IŞİD Kobanê’de yenildiğinde sadece Kürtler değil Geziciler de kazandı.
Demokrasi mücadelesi
Öte yandan Gezi’de dillendirilen kent talanının durdurulması, doğanın savunulması, özgürlük alanlarının genişletilmesi, yaşam biçimine müdahalelerin reddedilmesi, kimliklere saygı türünden talepler, Kobanê’deki kent savunmasıyla Türkiye içinden dayanışma içinde davranan ağırlıklı olarak Kürtlerden oluşan kitlenin de savunduğu taleplerdir. Gezi’nin siyasal çizgisi ve talepleri, Kobanê ile dayanışma içinde olan Kürt kitlesinin talepleri ile çelişmez; örtüşür. Gezi kitlesinin ortak siyasal çizgisi bir yanıyla cumhuriyetin birikimlerini korumayı bir yanıyla da onu daha da demokratikleştirmeyi esas alır. Ve bu çizgi Kobanê ile dayanışma içinde olan Kürt kitlesinin de hedefidir. Güncelde ve öncelikli olarak Kürtlerin temel talebi çözüm/barış sürecinin ilanıyla birlikte çatışmaların sonlandırılması ve sonrasında kolektif haklarının tanınmasıdır. 2013 Newroz’u tam da bu talebin ilk adımının atıldığı çözüm ve başlangıç yılıydı. Kürtler o dönemi silahların sustuğu “barış süreci” olarak tanımladı. Gezi ise indirgeyerek söylersek “demokrasi mücadelesi” talepli bir toplumsal hareket olarak tariflenebilir.
Birbiriyle bağlantılı
Günümüz Türkiye’sinin somut koşullarında “barış” ve “demokrasi” mücadelesi ve talepleri birbiriyle çelişmez tam tersine birbirini besler. Barış süreci demokratik ortamı güçlendirir; demokrasinin sınırlarının genişlemesi ise Kürt meselesinin hakkaniyetli ve barış içinde çözülebilmesinin imkanlarını arttırır. Gezi ve Kobanê bu anlamda bir madalyonun iki yüzü gibidir. Mevcut rejimin birbirinden ayırt etmeksizin hem Gezi’ye hem de Kobanê sürecine karşı aldığı ortak hasmane tavır tersinden düşünüldüğünde iki olgunun nasıl da dolaysız biçimde birbiriyle ilişkili olduğunu göstermektedir. Saray rejiminin Gezi ve Kobanê süreçleri ve hukuk yargılamalarına yaklaşımı -neredeyse- birebir aynıdır. Her iki toplumsal olguyu ve onun taleplerini görmezden geldiği ve onlara düşmanca yaklaştığı gibi Gezi’nin ve Kobanê’nin toplumsallığını reddedip onları ceza davasının konusu haline getirirken o davaların simge isimleri olan Kavala ve Demirtaş’ı da düşman ilan etmiştir. Bu hasmane tutum ve Kavala-Demirtaş’ı her fırsatta kitlelerin karşısında küçük düşürme çabası, Gezi ve Kobanê arasındaki stratejik ilişkinin ve aynı tarafın bir parçası olduklarını diğer göstergesidir.
Stratejik bağlar
Gezi ve Kobanê’ye katılan kitlelerin sınıfsal ve toplumsal çıkarları biçimsel olarak farklı kategoriler ve programlarla ifade edilse de son tahlilde bu kitleler aynı saflardadır, programlar ve kitleler arasında stratejik bağlar vardır ve çıkarları birdir. Fakat mevcut yönetim sürekli olarak bunların arasındaki ilişkiyi koparmaya ve birbirlerinin karşıtıymış gibi göstermeye çalışıyor. Yüzeysel olarak bakıldığında “Saray rejimi” hem Gezi hem de Kobanê toplumsal olaylarını aynı düzeyde düşmanlaştırarak bir ve aynı olduklarını göstermek istiyor ama öte yandan bu iki toplumsallık arasında kurulabilecek gerçek ve sağlam bir bağdan da çok korkuyor. Her iki sürecin siyasallığını, kitleselliğini ve toplumsal meşruiyetini görünmez kılıp onları bir ceza davasının konusu haline getirerek aynılaştırsa da bunun kendi kontrolündeki söylem düzeyinin ötesinde gerçek bir bağa dönüşmesini asla istemiyor. Yeterince programatik/pratik/güncel ifadesini bulamasa da gerçekten de bu bağ stratejik anlamda var ve egemen sınıflar bu ilişkinin pratikleşmesini engellemek için her yolu deniyorlar.
Parçalılık kaybettirir
Egemenlerin kurulabilecek/kurulması gereken bir bağı engellemek istediklerini biliyoruz. Peki kurulması gerekli hatta zorunlu olarak inşa edilmesi gereken bu bağ hangi düzeyde yaşama geçirilebildi? Gezi ve Kobanê arasında kurulması gereken bu stratejik bağ kitlelerin toplumsal taleplerle sokağa çıktıkları 2013 ve 2014 yıllarında yaşama geçirilebildi mi? Ne yazık ki hayır. Gezi ve Kobanê toplumsal eylemliliklerinde pratik olarak inşa edilebilecek bu bağ güçlü biçimde kurulamadı. Aradaki sınırlı ilişkiler o süreçte güçlü bir sıçrama kaydedemedi. Kuşkusuz her iki toplumsallık arasında geçişkenlikler oldu en somut ifadesini HDP’de bulan iki toplumsallık arasındaki bağlar, sınırlı düzeyde zaten her zaman vardı. Fakat bunu aşan ve geniş kitleler nezdinde büyüyen bir bağ kurulamadı. Ama kurulmak zorunda çünkü hem toplumsal çıkarları/hedefleri bir; hem de toplumsal muhalefetin iki ana damarı olarak ayrı ayrı yürümeleri her iki tarafa da güç kaybettiriyor. Bu parçalılık, birbirine değmeyen, birbirinden güç almayan parçalı muhalefet tersinden sistemi güçlendiriyor.
——————–
* HDP eski MYK üyesi. Sincan 2 nolu F Tipi Cezaevi
Yazı deprem öncesi kaleme alınmıştır.