Deprem sonrası halkların ve sivil toplum örgütlerinin çok ciddi bir dayanışma seferberliği ortaya çıktı. Bu durum aynı zamanda özgür bir gelecek inşası için umut ışığı oldu
Asil Benler
“Padişah sikkesi selam vermiyor
Kefensiz kalacak ölümüz bizim…”
Doğanın kendine has dinamikler dahilinde işleyen akışkan bir devinimi var. Bu akış halindeki devinim yer yer içsel gerilimler yaşayabilmekte ve büyük yıkımları beraberinde getiren çeşitli afetlere sebep olabilmektedir. Doğa hareketlerinin sonucu meydana gelen afet durumuna ‘doğal’ demek, hemen herkesin üzerinde ortaklaştığı bir tanımlamadır. Doğal afetlerin öngörülebilirliği, bilimsel-teknik gelişmelerin vardığı düzey ile birlikte gerçeğe çok yakın olabilmekte ve meydana gelebilecek afetlerin açığa çıkarabileceği ölüm ve yıkım gibi sonuçları en asgari duruma indirebilmek adına beşerî faaliyetler denilen tedbirleri öneri olarak sunabilmektedir.
Fakat iktidar ve sermaye biriktirme adına işleyen neoliberal akıl; rantçı, gözleri azami kâra dönük ve her krizi ve kaosu fırsata çevirmek adına ellerini ovuşturarak bekliyorcasına geliştirdiği yaşamı hiçe sayan politikalarla, doğal afet durumunu felakete çevirebilmektedir. Oldukça acı bir tablo açığa çıkaran içinde bulunduğumuz deprem süreci, öncesi ve sonrasıyla bu durumu çok açık bir şekilde gözler önüne sermektedir. İktidar tarafından özellikle son yirmi yıldır sektör haline indirgenmiş olan inşaat alanında, tüm ekolojik hassasiyetler ve insanlığın barınma kültürü ekseninde deneyimlediği mimari birikim hiçe sayılarak ‘yeşil sermaye’ ile kurulan kâr ortaklığı, deprem vergilerinin çarçur edilmesi, imar affı rantçılığı ve henüz enkaz altında kurtarılmayı bekleyen canlar varken başlayan hafriyat toplama ve yeni konut yapma ihalesi tartışmaları bu düzlemde gelişen örnekler olmakta. Öyle ya enkazdan can çıkarma kârsız bir iş olacak ki, arama-kurtarma konusunda oldukça isteksizdiler.
“Zenginin sözüne belî diyorlar
Fukara söylerse deli diyorlar
Zamane şeyhine veli diyorlar
Gittikçe çoğalır delimiz bizim”
Her kriz ve kaosu fırsata çevirmek isteyen akıl, bu anlayışı salt ekonomik alanda hayata geçirmiyor elbette. Türk-İslam sentezi dahilinde temelleri atılan ulus-devlet, bu temel üzerine kendini inşaa etmiş ve geride bıraktığımız yüzyıllık süre içerisinde her daim sentez olarak benimseyip egemen kıldığı kimlikleri milliyetçi ve dinci politikalarla Türk ve İslam olmayan tüm ötekileştirilenlere, başvurduğu zor ve ideolojik aygıtlar aracılığıyla dayatmıştır. Gerçekleşen katliamlar ve yürürlüğe konan asimilasyon politikaları sonucu birçok halk egemen kimlikler içerisinde eritilmiş veya tehcir edilmiştir. Günümüze kadar işleyen bu yönelimler karşısında, var olabilmek adına direnmenin çeşitli yöntemlerine başvurarak en diri kalabilen ve toplumsallığında ısrar eden kimlikler Kürt ve Alevi gerçeklikleri olmuştur.
Fay hattının geçtiği ve deprem bölgesi olarak ağır bir tabloyla karşımızda duran coğrafik alan, büyük oranda Kürt ve Alevi kimliklerinin kesiştiği ve iç içe geçerek etno-dinsel bir sentez açığa çıkardığı kültürel bir hattır aynı zamanda. Rêya Haq/Hak Yolu süreğine bağlı Kürt Alevilerinin bu yaşam hattı, daha çok Fırat’ın batısı olarak tanımlanır literatürde.
Fırat’ın batısında tarihsel olarak oluşmuş olan Kürt Alevi hattı; Selçuklu döneminde birçok halkın örgütlenip özne olarak katıldığı Babai isyanından, Osmanlı’nın son dönemlerinde gerçekleşen Akçadağ-Dumuklu kırımına kadar çeşitli katliam süreçleriyle dağıtılmak istendiği gibi, İttihatçı zihin kodları üzerine kurulan Cumhuriyet döneminde de Şark Islahat Planı’ndan bu yana ilk elden asimile edilmesi gereken bölge olarak hedef alınır. Bu güzergahta erken dönemde gerçekleşen Koçgirî, daha geç dönemde ise Maraş, Sivas, Malatya, Çorum gibi katliam süreçleri önemli dönemeçlerdir.
Özet olarak tarihsel arka planını açıklamaya çalıştığımız asimilasyon politikalarının, Neo-İttihatçı akıl tarafından depremin fırsat/’lütuf’ bilinerek yeniden ve hızlıca harekete geçirildiğini gösterir nitelikte. Depremin yarattığı ağır tablo ve bunun yanında çetin kış koşullarına karşılık; Kürt Alevi köylerine günlerce yardım gitmemesi, sivil toplum örgütleri ve cemevleri üzerinden geliştirilen dayanışma kolektivitesinin çeşitli yasakçı ve gaspçı yöntemlerle engellenmeye çalışılması (hatta kayyum atanması-Pazarcık) ve bölgede aniden türeyen eli silahlı çeteler gibi birçok gelişme haklı olarak Fırat’ın batısının yaşanmaz kılınması ve göç koşullarının dayatılması olarak okunuyor. Bu kültürel hattın öteden beri sürekli hedef olma durumunu, tarihin hatırlatan inatçı dürtüsü bilince yansıtınca depremin yarattığı kaos ve kriz sonrası yeniden Kürtsüzleştirilme ve Alevisizleştirilmeye doğru sürüklenmek istendiğini görmemek fazla iyimserlik olur.
Bu minvalde gün geçmiyor ki bir gelişme açığa çıkmasın. Adıyaman’da çeşitli tarikat vakıflarının depremzede çocuklara dini kitapçıklar vermesi, sözümona gönderilen yardımlar içerisinde dini içerikli giyim ve ibadet ürünleri çıkması ve halkların kendi öz emeğiyle ördüğü dayanışma ağını kesip, İHH gibi kurumların ön plana çıkarılması, yabancı plakalı araçların gizemli artışı, yurt dışına çıkışları özendirecek kolaylıkların öne sürülmesi gibi birçok veri, depremi fırsat bilerek asimilasyon ve demografi değişimi için kollarını sıvayan anlayışı teşhir eden diğer gelişmeler olmakta.
Demografi bozumunu hedefleyen politikaları, karşı cepheden besleyen coğrafi değişimde (göç durumuyla oluşan) asimilasyon kıskacının öteki ucu olarak işletilmek isteniyor. Depremde kimsesiz kalan çocukların, metropollerde tarikatlara verildiği yönünde çıkan haberler tarih ve güncelin asimilasyoncu zihniyet tarafınca devam eden bütünlüğünü göstermekte. Aynı minvalde Diyanet’in “evlatlık alan ile evlatlık edinilenin evlenebileceği” yönündeki açıklaması durumun yakıcılığını gözler önüne serdi. Adeta ‘Dersim’in kayıp kızları’ adıyla bilinen vahim asimilasyon sürecinin tekrardan hayata geçirilmek istendiği ve yürürlüğe konulan ‘devşirme sistematiği’ kapsamındaki yöntemler ile çocukların toplumundan koparılmaya çalışıldığı ortaya çıktı.
Deprem kaynaklı oluşan büyük insani trajedi sonucunda dahi, bölgenin etno-dinsel arındırma ve peşi sıra asimilasyon politikaları dahilinde hedef alındığı görülmekte. Tüm bu olan bitenler ve sonuç olarak hedeflenenler ile “Zelzelenin Terteleye” dönüşmekte olduğu gerçeğini açığa çıkarıyor.
Deprem sonrası halkların ve sivil toplum örgütlerinin çok ciddi bir dayanışma seferberliği ortaya çıktı. Toplumsallığın mayası olan ortaklaşmacı, komünal ruhun bu topraklarda hala capcanlı olduğunu ve iktidar ve sermaye sınıflarının tüm hile, yalan, baskı ve çarpıtmalarına karşı ahlaki ve politik normlarla var olmaya devam ettiğini gördük. Öyle ki bu dayanışma ruhu dünya halklarına kadar sıçradı. Dünyanın dört bir yanından yardımlar ve gönüllüler geldi.
Bu durum aynı zamanda özgür bir gelecek inşaası için çok çeşitli çabalar içerisinde olan muhalif, devrimci ve demokrat güçler için umut ışığı oldu. Merkezileşmenin, devlet aygıtını büyütüp toplumu küçültmenin; yaşamı ne kadar hantallaştırıp çaresiz bırakabileceği ve toplumların öz örgütlülüklerine dayalı yerel iradeleşmelerin açığa çıkarılmasının yine ne kadar hayati önemde olduğunu gösterdi.
Asimilasyon ve göç koşullarının dayatılmasını göz önünde bulunduracak olursak, somut kriz durumu okumalarını mimariyi tekrardan inşaa(t) etmeye indirgememek gerektiği açığa çıkıyor. Acil barınma sorununu giderebilmek gibi bir dayanışma göreviyle karşı karşıya olduğumuz gibi, barınacak toplumsalı var eden ve devamlı kılabilecek olan sosyo-kültürel değerlerin dağıtılmasını önlemek gibi bir görevle de karşı karşıyayız. Bu görev, halklar ve inançların kozmopolitize birlikteliği ile oluşmuş olan Hatay ve diğer depremden etkilenen şehirler için de aynı önemde geçerlidir.
Kısacası her açıdan çorak kılınmak istenen deprem bölgeleri, bir bütünen yerel hayatı çevreleyen tüm gereksinimleri ile yerinde ve yeniden inşaa edilmeyi bekliyor. Güçlü bir refleksle açığa çıkan dayanışma bilinci ve enerjisinin, hayatı yeniden kurmaya yönelik kapsamlı bir çabaya evrilmesi umuduyla.
“Kısa çöp uzundan hakkın alacak
Mamurlar yıkılıp viran olacak
Akıbet dağılır ilimiz bizim…”