Kapitalizmin ister Keynesyen isterse liberal ya da neoliberal olsun tüm birikim modellerinin ortak muradı, sermayenin azami kâr arayışına yanıt olmak, bu arayıştaki tıkanma ve krizleri aşmaktır. O modellerin ideolojik-siyasal-kültürel ve bunların toplam sonucu olarak toplumsal hegemonya biçimleri de bu arayış üzerinden şekillenir. Elbette hiçbir şey onun modellemelerine göre yaşanıp bitmez. Asıl belirleyen her zaman sınıflar arasındaki güç dengeleri ve bu temeldeki toplumsal örgütlülük düzeyidir. Zaten her model aynı zamanda bu dengeyi burjuvazi lehine dönüştürüp güçlendirmeyi hedefler.
Keynesyen politikaların, adına “sosyal devlet” denilen devlet biçimi ve siyasal karşılığı olan “sosyal demokrasi-liberal demokrasi”, sosyalizmin prestijinin yüksek olduğu dönemin sınıflar arasındaki güç dengelerine ve kapitalist üretim-pazar ilişkilerinin niteliğine göre şekillenmiştir. İşçi ve emekçilerin örgütlülük düzeyi yüksek, sınıf mücadelesinin ruhu güçlüdür. Burjuvazi, toplumsal rıza üretmek için üretimden tüketime, örgütlenme modelinden toplumsal kültüre kadar hemen her şeyi bu gerçeklik içerisinden örgütlemeye girişmiştir. Bir krizin üretici güçlerin yıkımı pahasına aşıldığı dünya savaşının ertesinde ortaya çıkan devasa pazar olanakları da buna elverişli bir zemin sunmuştur. Bir noktadan sonra sendikalardan siyasal muhalefete kadar hemen tüm özneleri sisteme özümsemiş, deyim yerindeyse ruhlarını çekip almıştır.
Ne yapsa da krizden kaçamamış ve ‘70’lerde bir kez daha büyük bir yapısal krizle sarsılmış, ıskartaya çıkan modelin yerine neoliberalizmi ikame etmeye girişmiştir. Sosyal devlet denilen modelin zaman içinde sisteme eklemlediği tüm kurumları, o halleriyle bile kabul etmeyen bir modeldir bu. Örgütlü olmanın, geri ve pasif de olsa birlikte hareket etmenin kendisine düşmandır. O halleriyle bile sendikaları dağıtmaya çalışmış, işçi ve emekçileri paralize edecek, bölüp parçalayacak bir toplumsal örgütlenmeyle iç içe geçen ideolojik-siyasi yapılanmaya gitmiştir.
Onun da bir noktadan sonra tıkandığını, krizle sarsıldığını bizzat “tarihin sonunu” ilan eden ideologları dile getirmektedir.
Bu modelin en tipik özelliği, burjuva devletin tüm toplumsal ihtiyaçlardan elini çekmesi, bu ihtiyaçları metalaştırıp ticaret konusu haline getirerek burjuvazi için sinekten yağ çıkarılacak alanlara dönüştürmesidir. Eğitimin, sağlığın, tüm altyapı hizmetlerinin ticarileştirildiği, burjuva devletin asli işlevini oluşturan zor ve baskı aracı yönünün belirgin olarak öne çıktığı bu modelin en çarpıcı ifadesini pandemi döneminde gördük. Gelişkin kapitalist ülkelerde dahi burjuva devletler uzun süre maske bile bulamadı, sağlık sistemleri iflas etti. Uzayın fethine çıkanlar kitlelerin en basit ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaklaştıkları gibi bunların her bir kalemini de dünyanın ucuz emek üslerine dağıtılmış yatırımlar haline getirmişti.
Maraş depremlerinde bu gerçek bir kez daha karşımıza çıktı. Kapitalist devlet, deprem bölgelerine bırakalım çadırı, su bile ulaştırmadı. Çünkü devlet, tüm toplumsal ihtiyaçların ticarileştirilmesine göre örgütlenmişti. Varlığı sürüyor görünen devlet kurumları bile aslında yoktu!
Kızılay gerçeği bunun en çarpıcı ifadesi oldu.
Deprem kuşağında yer alan bir ülkenin doğal afetler karşısında hızla seferber olacak, halkın yıkımını bir nebze de olsa hafifletecek bir kurumdur sözümona Kızılay. O da AFAD da günlerce ortalıkta görünmedi.
Dünyanın da en büyük konteyner fabrikalarından biri Kızılay’ın Malatya’daki fabrikasıydı. Tepesine bir kebapçı atanmıştı, eş dost da cabası. Kısa sürede öğrendik ki, fabrikada inşaat şirketleri için konteyner üretilirken deprem hazırlığı namına bir şey yapılmamıştı. Deprem sonrasında bile üretime geçemeyecek kadar hantallaşmıştı.
Çadır da yoktu. Keza olanlar işgalci politikalar temelinde palazlandırılan cihatçı çetelere götürülmüştü. Stoklarda bekleyenlerse halka hızla ulaştırılmak yerine AHBAP denilen gönüllü kurumlara satılmıştı. Düşünsenize Kızılay gibi bir kurum dahi acil müdahaleye hazırlıklı olmak yerine neoliberal kâr mantığıyla hareket etmiş, zaten sınırlı sayıda ürettiği çadırı elinde tutmuş ve deprem nedeniyle talep artınca yüksek fiyatlarla başka kurumlara satmıştı. Dahası depremin dördüncü gününde halk kan ağlarken o elindeki birikimi altın ve gümüş alım-satımıyla borsa spekülasyonlarında kullanacağını, parasını katılım bankalarında değerlendireceğini ilân etmişti.
Sadece bu örnek bile neoliberal dönemde bütünüyle tasfiye edilemeyen devlet kurumlarının nasıl birer ticari işletmeye, daha doğrusu kâr peşinde koşan akbabaya dönüştüğünün göstergesiydi.
Dolayısıyla mesele salt liyakatsizlik-beceriksizlik-koordinasyonsuzluk değil! Esas mesele halka yabancılaşıp düşmanlaşmaları ölçüsünde felaket günlerinde bile kuruş hesabı yapan kapitalist işletmeler haline gelmeleriydi. Kan kokusu alarak, yıkımın büyüklüğünü kâr hesaplarına tahvil ederek sarhoş olmuş birer ölü soyucuya dönüşmüşlerdi.
Ölümün, yıkımın büyüklüğünü ellerini ovuşturarak izleyecek bir vampirliktir bu. Safi kötülük!
Biz bu safi kötülüğü yerleşim yerlerini tankla-topla yıkıp insanları bodrumlarda yakarken de pandemi sürecinde de orman yangınları ve sel felaketleri sırasında da, güzelim dağların-ovaların-tarım arazilerinin dahi maden yağmasına açılışında ısrar biçiminde de defalarca gördük. Her tanıklığımız sırasında midemiz bulandı, o kadar. Bu kez böyle olmamalı! Acılarımızın ve öfkemizin büyüklüğü bu kötülüğün kökünü kurutmaya yönelen bir güç ve iradeye dönüşmeli!..